Modal content
×

T.C. İÇİŞLERİ BAKANLIĞI

WEB SİTESİ GİZLİLİK VE ÇEREZ POLİTİKASI

Web sitemizi ziyaret edenlerin kişisel verilerini 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu uyarınca işlemekte ve gizliliğini korumaktayız. Bu Web Sitesi Gizlilik ve Çerez Politikası ile ziyaretçilerin kişisel verilerinin işlenmesi, çerez politikası ve internet sitesi gizlilik ilkeleri belirlenmektedir.

Çerezler (cookies), küçük bilgileri saklayan küçük metin dosyalarıdır. Çerezler, ziyaret ettiğiniz internet siteleri tarafından, tarayıcılar aracılığıyla cihazınıza veya ağ sunucusuna depolanır. İnternet sitesi tarayıcınıza yüklendiğinde çerezler cihazınızda saklanır. Çerezler, internet sitesinin düzgün çalışmasını, daha güvenli hale getirilmesini, daha iyi kullanıcı deneyimi sunmasını sağlar. Oturum ve yerel depolama alanları da çerezlerle aynı amaç için kullanılır. İnternet sitemizde çerez bulunmamakta, oturum ve yerel depolama alanları çalışmaktadır.

Web sitemizin ziyaretçiler tarafından en verimli şekilde faydalanılması için çerezler kullanılmaktadır. Çerezler tercih edilmemesi halinde tarayıcı ayarlarından silinebilir ya da engellenebilir. Ancak bu web sitemizin performansını olumsuz etkileyebilir. Ziyaretçi tarayıcıdan çerez ayarlarını değiştirmediği sürece bu sitede çerez kullanımını kabul ettiği varsayılır.

1.Kişisel Verilerin İşlenme Amacı

Web sitemizi ziyaret etmeniz dolayısıyla elde edilen kişisel verileriniz aşağıda sıralanan amaçlarla T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından Kanun’un 5. ve 6. maddelerine uygun olarak işlenmektedir:

  • T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülen ticari faaliyetlerin yürütülmesi için gerekli çalışmaların yapılması ve buna bağlı iş süreçlerinin gerçekleştirilmesi,
  • T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından sunulan ürün ve hizmetlerden ilgili kişileri faydalandırmak için gerekli çalışmaların yapılması ve ilgili iş süreçlerinin gerçekleştirilmesi,
  • T.C. İçişleri Bakanlığı tarafından sunulan ürün ve hizmetlerin ilgili kişilerin beğeni, kullanım alışkanlıkları ve ihtiyaçlarına göre özelleştirilerek ilgili kişilere önerilmesi ve tanıtılması.
 
2.Kişisel Verilerin Aktarıldığı Taraflar ve Aktarım Amacı

Web sitemizi ziyaret etmeniz dolayısıyla elde edilen kişisel verileriniz, kişisel verilerinizin işlenme amaçları doğrultusunda, iş ortaklarımıza, tedarikçilerimize kanunen yetkili kamu kurumlarına ve özel kişilere Kanun’un 8. ve 9. maddelerinde belirtilen kişisel veri işleme şartları ve amaçları kapsamında aktarılabilmektedir.

3.Kişisel Verilerin Toplanma Yöntemi

Çerezler, ziyaret edilen internet siteleri tarafından tarayıcılar aracılığıyla cihaza veya ağ sunucusuna depolanan küçük metin dosyalarıdır. Web sitemiz ziyaret edildiğinde, kişisel verilerin saklanması için herhangi bir çerez kullanılmamaktadır.

4.Çerezleri Kullanım Amacı

Web sitemiz birinci ve üçüncü taraf çerezleri kullanır. Birinci taraf çerezleri çoğunlukla web sitesinin doğru şekilde çalışması için gereklidir, kişisel verilerinizi tutmazlar. Üçüncü taraf çerezleri, web sitemizin performansını, etkileşimini, güvenliğini, reklamları ve sonucunda daha iyi bir hizmet sunmak için kullanılır. Kullanıcı deneyimi ve web sitemizle gelecekteki etkileşimleri hızlandırmaya yardımcı olur. Bu kapsamda çerezler;

İşlevsel: Bunlar, web sitemizdeki bazı önemli olmayan işlevlere yardımcı olan çerezlerdir. Bu işlevler arasında videolar gibi içerik yerleştirme veya web sitesindeki içerikleri sosyal medya platformlarında paylaşma yer alır.

Teknik olarak web sitemizde kullanılan çerez türleri aşağıdaki tabloda gösterilmektedir.

Oturum Çerezleri

(Session Cookies)

Oturum çerezleri ziyaretçilerimizin web sitemizi ziyaretleri süresince kullanılan, tarayıcı kapatıldıktan sonra silinen geçici çerezlerdir. Amacı ziyaretiniz süresince İnternet Sitesinin düzgün bir biçimde çalışmasının teminini sağlamaktır.

 

Web sitemizde çerez kullanılmasının başlıca amaçları aşağıda sıralanmaktadır:

  • • İnternet sitesinin işlevselliğini ve performansını arttırmak yoluyla sizlere sunulan hizmetleri geliştirmek,
5.Çerez Tercihlerini Kontrol Etme

Farklı tarayıcılar web siteleri tarafından kullanılan çerezleri engellemek ve silmek için farklı yöntemler sunar. Çerezleri engellemek / silmek için tarayıcı ayarları değiştirilmelidir. Tanımlama bilgilerinin nasıl yönetileceği ve silineceği hakkında daha fazla bilgi edinmek için www.allaboutcookies.org adresi ziyaret edilebilir. Ziyaretçi, tarayıcı ayarlarını değiştirerek çerezlere ilişkin tercihlerini kişiselleştirme imkânına sahiptir.  

6.Veri Sahiplerinin Hakları

Kanunun ilgili kişinin haklarını düzenleyen 11 inci maddesi kapsamındaki talepleri, Politika’da düzenlendiği şekilde, ayrıntısını Bakanlığımıza ileterek yapabilir. Talebin niteliğine göre en kısa sürede ve en geç otuz gün içinde başvuruları ücretsiz olarak sonuçlandırılır; ancak işlemin ayrıca bir maliyet gerektirmesi halinde Kişisel Verileri Koruma Kurulu tarafından belirlenecek tarifeye göre ücret talep edilebilir.

 

  • e-Devlet
  • İçişleri Bakanlığı
  • Diğer Valilikler

Valilikler

T.C. Hatay Valiliği
T.C. Hatay Valiliği
T.C. Hatay Valiliği
  • VALİLİK
    Yöneticilerimiz Valilik Birimleri Vali Yardımcıları Görev Dağılımı Görev Yapmış Valiler Tarihçe Mevzuat İl Protokol Listesi İl Etik Komisyonu Kurumsal Kimlik
  • HATAY
  • İLÇELERİMİZ
  • HİZMETLERİMİZ
    Hizmet Birimleri Kamu Kurum ve Kuruluşları İletişim Bilgileri Kamu Hizmet Standartları Bilgi Edinme İl Afet Risk Azaltma Planı Kolluk Gözetim İhbar ve Şikayet Başvuru Formu
  • GÜNDEM
    Haberler Validen Haberler Duyurular Basın Açıklamaları İhale İlanları Resmi İlan Portalı Dosyalar
  • İLETİŞİM
°C
10
Haziran2025
Parçalı Bulutlu
23
°C
5 Günlük Hava Tahmini
temizle
  • VALİLİK
    • Yöneticilerimiz
      • Vali
      • Vali Yardımcıları
        • Bekir Sıtkı DAĞ
        • Hasan MEŞELİ
        • Emin KAYMAK
        • Can ATAK
        • İbrahim GÜNEŞ
        • Gökay İÇEN
        • Doğukan MIZRAK
        • Cafer EKİNCİ
        • Mehmet Miraç TOPALOĞLU
        • Resul YILDIRIM
      • Kaymakamlar
        • Mehmet SERT
        • Abdullah AKDAŞ (Vali Yardımcısı)
        • Hacı Hasan GÖKPINAR
        • Mahmut Sami YILMAZ
        • Mesut ÇOBAN
        • Muhammet ÖNDER
        • Ümit ALTAY
        • Onur ÖZAYDIN
        • Osman ACAR
        • Ayhan AKPAY
        • Onur Alp BIÇAKÇI
        • Kürşad KARACA
        • Yasin ÖZTÜRK
        • Emre DÜNDAR
        • Halil YAZICI
    • Valilik Birimleri
      • Özel Kalem Müdürlüğü
      • İl Yazı İşleri Müdürlüğü
      • İl İdare Kurulu Müdürlüğü
      • İl Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
      • İl Planlama ve Koordinasyon Müdürlüğü
      • İl Sosyal Etüt ve Proje Müdürlüğü
      • İdare ve Denetim Müdürlüğü
      • Bilgi İşlem Şube Müdürlüğü
      • Hukuk İşleri Şube Müdürlüğü
      • Protokol Şube Müdürlüğü
      • İdari Hizmetler Şube Müdürlüğü
      • Açık Kapı Şube Müdürlüğü
      • Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı
    • Vali Yardımcıları Görev Dağılımı
    • Görev Yapmış Valiler
    • Tarihçe
      • Hükümet Konağı Tarihçesi
    • Mevzuat
    • İl Protokol Listesi
    • İl Etik Komisyonu
    • Kurumsal Kimlik
  • HATAY
  • İLÇELERİMİZ
  • HİZMETLERİMİZ
    • Hizmet Birimleri
      • Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı
      • İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüğü
      • İl Sivil Toplumla İlişkiler Müdürlüğü
      • İl Göç İdaresi Müdürlüğü
      • Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü
      • Anadolu Ajansı Hatay Büro Müdürlüğü
      • DSİ 63.Şube Müdürlüğü
      • Doğu Akdeniz Gümrük ve Dış Ticaret Bölge Müdürlüğü
      • Doğu Akdeniz Kalkınma Ajansı
      • Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü
      • Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü
      • Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü
      • Doğa Koruma ve Milli Parklar İl Şube Müdürlüğü
      • Havalimanı Müdürlüğü
      • İl Müftülüğü
      • İl Sağlık Müdürlüğü
      • Meteoroloji Müdürlüğü
      • Sosyal Güvenlik İl Müdürlüğü
      • Tapu Ve Kadastro 12. Bölge Müdürlüğü
      • Ticaret İl Müdürlüğü
      • Vakıflar Bölge Müdürlüğü
      • Vergi Dairesi Başkanlığı
      • Zeytincilik Araştırma Enstitüsü
      • İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü
      • İl Defterdarlığı
      • Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı
      • TKDK İl Koordinatörlüğü
      • TÜİK Hatay Bölge Müdürlüğü
    • Kamu Kurum ve Kuruluşları İletişim Bilgileri
    • Kamu Hizmet Standartları
    • Bilgi Edinme
    • İl Afet Risk Azaltma Planı
    • Kolluk Gözetim İhbar ve Şikayet Başvuru Formu
  • GÜNDEM
    • Haberler
    • Validen Haberler
    • Duyurular
    • Basın Açıklamaları
    • İhale İlanları
    • Resmi İlan Portalı
    • Dosyalar
  • İLETİŞİM

Tarihsel Süreç İçinde Hatay

Antakya'nın Kuruluşu Depremler İşgaller ve Antakya' nın Yeni Sahipleri Fransız İşgali ve Milli Mücadele Döneminde Hatay Hatay Devleti Dönemi Tarihsel Süreç İçinde Hatayda Kültür ve Uygarlık

Antakya Kuruluyor
 
Şimdiki kentin olduğu bölgede MÖ 4. yüzyılda Antigonia adlı bir başka kent vardı. Seleukos kralı I. Seleucus Antigonia´yı tamamen yıktırdı. Aynı yerde tahta geçişinin 12. yılında, MÖ 22 Mayıs 300 tarihinde törenle yeni bir kentin temelini attı. Bu kentin inşasında Antigonia´nın artık malzemesi kullanıldı, Antigonia halkı yeni kente aktarıldı ve burası Seleukos Devleti´nin merkezi oldu. Seleukos´un babasının adına izafeten "Antiokheia" adını verdiği bu yeni kent, Seleucus tarafından aynı adla kurulan 16 kentten biridir. Antakya diğerlerinden "Asi kenarındaki An­takya" veya "Defne yakınındaki Antakya" adlarıyla ayrılır. 

Bilindiği kadarıyla        Defne´nin      (Harbiye)      kuruluşu Antakya´dan öncedir. Seleukos Nikator; Defne´de güzel caddeler, tiyatro, mesire yerleri kurdu. Tapınakları ve caddeleri, başta Apollon heykeli olmak üzere heykellerle süsledi. 

Aslında Defne´ye bu kadar önem verilmesinin tek sebebi, buranın sayfiye yeri oluşu değil, daha çok mitolojideki konumu (Defne kutsal efsanesi) nedeniyle buranın kutsal sayılmasıydı. 

"lzgara plan" olarak tanımlanan ve Xenarius tarafından çizilen kent planında sokaklar kışın güneşi görecek, yazın ise; Asi Vadisi´nden gelen rüzgarı alacak şekilde düzenlenmiştir. Lazkiye’nin planının da aynı olması nedeniyle Antakya ve Lazkiye uzun süre "kardeş" veya ikiz kentler" olarak tanımlandı. İmparatorluğun başkenti olan Antakya, zamanla dünya çapında önemli bir ticaret ve sanayi merkezi oldu. 

Kent, her biri ayrı surlarla çevrili dört mahalleden meydana geldiği için Antakya´yı "tetrapolis" (dördüz şehir) olarak nitelemiştir: 
 
İlk iki mahalle krallığın kurucusu Seleukos I.Nikator tarafından Asi kenarında kurul­muş, birine Makedonyalılar ve Yunanlılar, öbürüne Suriyeliler yerleştirilmiş.

Ası nehri içinde bulunan üçüncü mahalle Seleukos II.Kallikinos (MÖ 246-226) tarafından kurulmuştur. Kral sarayı burada idi. 

Epifania adı verilen dördüncü mahalle ise Silpius Dağı eteğinde, kente en parlak dönemi yaşatan Antiokhos IV. Epifanes (MÖ 175-164) tarafından kurulmuştur. 

MÖ 195 yılında Antiokhos III. döneminde Kartacalı Anibal Antakya´yı ziyaret etti. Bu dönemde Antakya´nın bölgede ticari ve askeri yönlerden önemli bir yeri vardı. Seleucos Devletinin başkenti olmanın ayrıcalığını taşıyan kent görkemli yapılarla donatılmıştı. Antiokhos Epifanes kentte su kemeri, kent Kurulu binası, Jupiter Kapitolinus Tapınağı ve daha önceki devlet agorasından başka bir de ticaret agorası yaptırdı. O dönemde sadece Miletos ve Pergamon gibi büyük kentlerde iki agora bulunurdu. Meyve bahçeleri, muhteşem yapıları ve anıtları ile herkesi cezbeden şehirde sık sık şölenler ve olimpiyatlar düzenleniyordu. Başkentin yakınındaki Defne (Daphneia) villalarıyla, caddeleriyle çok güzel bir yazlık kentti. Kent sirk, tiyatro, han, halk hamamları, mermer caddeler, tapınaklar, çeşitli heykellerle süslenmişti. Buraya çoğunlukla hanedan mensupları ve yüksek sosyete gelirdi. MÖ 67 yılında Kilikya Valisi Markius Reks şehirde bir sirk yaptırdı.
  
Roma Döneminde Hatay

MÖ 64 yılında Antakya, serbest şehir statüsü ile Roma İmparatorluğu´na katıldı ve imparatorluğun Suriye Eyaletinin başkenti oldu. Bundan sonra şehri M.Ö. 47 yılında ziyaret eden Sezar´ın büyük yapılar kurulmasını sağladığını, Roma Valisi Cas­sius´un Partların kuşatmasına burada direndiğini, Antuvan ile Kleopatra´nın bu güzel beldede bir süre misafir kaldıklarını ta­rih kitaplarından öğreniyoruz. 

Kaynaklara göre, Hristiyanlık Kudüs dışında ilk defa An­takya´da yayılmış, M.S. 34-36 yıllarında St. Paul, St. Barnabas ve St. Pierre Antakya sokaklarında vaaz vermişlerdir. Kur´an-ı Kerim´de Yasin Suresi´nde sözü edilen Habib Neccar olayının da Hristiyanlığın Antakya´ya gelişiyle ilgili olup bu yıllarda Antak­ya´da meydana geldiğine inanılmaktadır. Hz. İsa´ya inanan­lara "Hristiyan" adı ilk defa burada verilmiştir. 

MS 1. yüzyılda Antakya, yüzölçümü ve nüfus bakımından Roma İmparatorluğu’nun üçüncü Roma, İskenderiye ve Ktepsiphon´dan sonra dünyanın 4. büyük şehriydi. Dünyada ilk defa sokak aydınlatmasının Antakya’nın ortasından geçen iki tarafı mermer sütunlu muhteşem caddede (“Herod caddesi” olarak bilinen bu cadde bugünkü Kurtuluş caddesinin bulunduğu yerde ve aynı yöndeydi.) uygulandığı kaynaklarda belirtilmektedir.

Antakya, o dönemde bölge yolları yönünden de önemliydi. Mezopotomya´da Halep üzerinden gelen yol Akdeniz; Anadolu´dan güneye giden yollar Suriye, Arabistan ve Mısır’a buradan geçiyordu. Antakya her gün binlerce kişinin uğradığı ve konakladığı bir ticaret, sanayi, ikmal ve transit yeri, bir kültür merkeziydi. Bu dönemde Antakya, büyük saraylara, köşklere, heykellere, su yollarına, hipodroma, hamamlara ve hatta kanalizasyon sis­temine sahiptir.
 
Harbiye Çağlayanlarından Antakya’ya Su Getirilmesi
 
Antakya nehir kıyısında olmasına ve arkasındaki dağ etek­lerinde birçok su kaynakları bulunmasına rağmen su ihtiyacını gideremiyordu. Buna çözüm olmak üzere Defne çağlayanlarından şehre su getirilmesi düşünüldü ve ilk olarak I. Seleukos su kanalları yapmak üzere mühendisler görevlendirdi, şehre su getirildi. Caesar döneminde şehrin yukarı kısımlarında oturan halkın su ihtiyacını karşılamak için su kanalları yapıldı.
 

Antakya’nın Deniz Kapıları: Limanlar
 
Antakya’nın ticaret ve kültür yaşamı çok hareketliydi. İhracat ve transit ticareti kentin başlıca ge­lir ve zenginlik kaynaklarından biriydi. Seleukeia limanı yapılınca deniz trafiğinin merkezlerinden biri haline geldi. Şehir için çok önemli olan limanı sellerin getirdiği kum ve çakılların doldurmasına karşı korumak için Roma döneminde 130 metrelik kısmı dağın altından geçen 1380 metre uzunluğunda, 6x7 metre genişliğinde muazzam bir kanal inşa edildi.  Trajanus ve Valens zamanında burası deniz üssü olarak kullanıldı.

Özellikle MS 4. yüzyılda Asi Nehrinin büyük gemiler için ulaşıma elverişsiz hale gelmesinden sonra Seleukeia Pieria limanının önemi daha da arttı. İslamiyet’in ilk devirlerinde burası “Salukiya” adıyla anıldı. Daha sonra Asi Nehri ağzındaki liman El Mina-Süveydiye Limanı yeniden önem kazandı. Antakya Prensliğinin kurulmasıyla iyice gelişti ve Antakya’nın batıya açılan kapısı oldu.
 

Antakya´da özellikle Seleucos ve Roma dönemlerinin pek huzur ve sükunet içinde geçtiği söylenemez. Depremler, yangınlar, kıtlık, salgın hastalıklar, ayaklanmalar, şehrin tarihin­de belli başlı dönüm noktalarını teşkil eden olaylardır. Özellikle beş büyük deprem Antakya, Defne ve Seleukeia Pieria´yı yerle bir etti. Bunlardan 29 Mayıs 526 akşamı meydana gelen deprem, tarihin en büyük depremlerinden biriydi. Şehirde festival için toplanmış çok sayıda ziyaretçi bulunuyordu. Hemen hemen tüm halk akşam yemeğindeydi. Bu yüzden can kaybı fazla oldu. 250.000 kişinin öldüğü bu depremde Defne ile Seleukeaia Pieria da yerle bir olmuştur. 

Romalıların gözde şehri, doğu başkenti olan ve zaman zaman imparatorlara ev sahipliği yapan Antakya, ayaklanmalar, depremler, yangınlar ve salgın hastalıklar dışında işgallerin yıkımına da hedef oldu. Bunlardan başlıcaları: 256 ve 260 yıllarında Sasani Hükumdarı Şapur I’ in işgali, 540 yılında İran´ ı zapt edip yağmalaması ve yakması, 611-628 yılları arasındaki İran işgali sayılabilir.
 
 
Hatay’da İslam Dönemi, Bizans Dönemi, Haçlılar ve  Selçuklular Dönemi

Antakya, belki de tarihi boyunca depremlerle en çok yıkılmış şehirlerden birisidir. 526 ve 528 depremlerinden sonra yeniden kurulan Antakya, 540 yılında İranlıların işgaline uğradı. 611-628 yılları arasında yine İran işgali altında kalan Antakya, İranlılar tarafından bo­şaltıldıktan sonra yeniden Bizans egemenliğine girdi. Bizans kuvvetlerinin 636´da İslâm orduları karşısında yenilgiye uğradığı Yermük Savaşı´nın ardından Ebû Ubeyde b. Cerrah idaresindeki İslâm kuvvetleri tarafından kuşatıldı. Kuşatma uzun sürdü, Hz. Ömer´in tavsiyesi üzerine şehre zarar verilmemek maksadıyla çatışmaya girilmedi. Nihayet, halkın bir dinar ve bir cerîb (hububat ölçeği) cizye ödemesi şartıyla şehir teslim oldu.

Ebû Ubeyde´nin ayrıl­ması üzerine şehir halkı ayaklandıysa da İyâz b. Ganm ve Habîb b. Mesleme´nin gönderilmesiyle şehir eski antlaşma üzerinden yeniden itaat altına alındı. Bir başka ayaklanma da Amr b. As tarafın­dan bastırılmıştı. Fetih sonrası muhte­melen şehrin nüfusu azaldı. Bir kısım halk şehri terk etti. Hatta bu sebeple şehrin yeniden iskânı için faaliyette bu­lunuldu. Nitekim Belâzürî, Muâviye´nin Antakya´ya kırk iki cemaat yerleştirdi­ğini belirtir. Ayrıca yine Muâviye ve Velîd b. Abdülmelik dönemlerinde buraya nüfus nakli yapıldı. Antakya İslâm hâkimiyetinde bir serhat şehri (sagr) özelliğini kazandı, bir askeri üs ve meydana gelebilecek saldırıları durduracak savunma noktası haline geldi. 

Abbasîler döneminde Kilikya´nin merkezi oldu. Me´mûn ve Mu´tasım za­manlarında bölgeye Türk idareciler gönderildi. IX. yüzyılda Abbasî Devleti´nin gerilemesi üzerine şehir 877´de Ahmed b. Tolun´un idaresi altına girdi, ardından da İhşîdiler´in eline geçti. Daha sonra, hâkimiyetlerini Kuzey Suriye ve Kilikya´ya kadar uzatan Hamdânoğulları´ndan Ebü’l-Ali Hasan  944´te Antakya´yı aldı. Fakat Bizans İmparato­ru II. Nikephoros Phokas Suriye´ye açtığı bir sefer sırasında 968´de şehri almayı başardı. Onun yerine geçen ve faaliyetlerini Suriye ve Filistin´e kadar uza­tan Jean Tzimiskes Antakya Kalesi´ni yeniden tahkim ettirdi. Şehir 1084 yılı­na kadar bir asırdan fazla Bizans hâki­miyetinde kaldı. Bu dönemde şehrin ti­carî önemi sürdü. Bizans´ın ham ipeği, ipekli kumaşları, diba, keten bezleri, ehil hayvanları Halep´e gönderiliyor, Uzakdo­ğu malları da Basra ve Fırat üzerinden şehre geliyordu. Bizanslılar tarafından ticarî imtiyaz tanınan Venedikli tüccar­lar da Antakya´da ticaret yapıyorlardı.

Antakya daha sonra bölgede faaliyet gösteren Selçukluların akınlarına hedef oldu. 1075 yılı sonları ile 1076 başlarında Kuzey Suriye´de görünen Kutalmışoğlu Süleyman Şah Halep, Selemiye ve Antak­ya´yı alma teşebbüsünde bulundu. An­takya Kalesi´ni kuşattı ise de 20.000 altın ödenmesi şartıyla bir süre sonra kuşat­mayı kaldırdı. 1083´te Alparslan´ın oğlu Tutuş Antakya üzerine yürüdü, ancak şehri alamadı. Bu sırada Musul Ukaylî Emîri Şerefüddevle Müslim´e haraç öde­yen Antakya´yı Bizans adına Ermeni Philaretos Brachamios idare ediyordu. Hat­ta Bizans´ın zaafından istifade ile Maraş, Urfa, Malatya ve Sümeysâfı  ele geçirerek müstakil bir devlet kurmuştu. Ancak kısa bir süre sonra 12 Aralık 1084´te Kutalmışoğlu Süleyman Şah şehri ele geçirdi, bir müddet dire­nen kale ise 12 Ocak 1085´te düştü. Sü­leyman Şah şehir halkına iyi davrandı, Mar Cassianus Kilisesi´ni camiye çevir­di; buna karşılık iki yeni kilise yapılmak üzere bir araziyi Hristiyan halka tahsis etti. Onun Antakya´yı alması üzerine Ukaylî Emîri Müslim harekete geçip An­takya üzerine yürüdü ise de yapılan savaşta mağlûp oldu. Süleyman Şah´ın ölü­münden sonra Melikşah buraya Yağısıyan´ı tayin etti. 

Haçlı orduları 21 Ekim 1097´de şehir önlerine geldikle­rinde Yağısıyan Antakya emîri bulunu­yordu. Şehir Haçlılara 3 Haziran 1098´e kadar direndiyse de Yağisıyan´ın kuman­danlarından Fîrûz´un ihaneti sonucu zaptedildi. Şehir halkı kılıçtan geçirildi. Ku­şatmaya yardımcı olan Cenovalılar´a bu­rada bir çarşı, otuz kadar ev, bir kilise, bir çeşme verildi. Haçlılar zamanında Antakya Antikçağ´daki gibi kuzey tara­fa doğru gelişmişti. Soğuksudan Hacıkrüş ve onun biraz berisindeki bugünkü yerleşme yerine doğru uzanıyordu. 

An­tik dönemde Parmenius adıyla bilinen sel yatağı Hacıkrüş, Haçlılar zamanında Onoptiktes  adıyla anılıyor­du. Muazzam surlarda ise bu döneme ait beş kapının adı bilinmektedir. Bun­lar kuzeyde St. Paul  Hacıkrüş´te Küçük Demirkapı, Asi üzerinde Köprü Kapısı, güneyde St. Georges  yerleri belirlenemeyen Porte de Jardins   ve Porte du Chien idi. Ayrıca bu sırada ismen bilinen beş mahallesi kuzeyde St. Paul, merkeze yakın Amalfililer ve Pizalılar´ın oturduğu St. Sauveur, yerleri belli olmayan Panticellos ve St. Thomas idi. Arap ve Batı kaynaklarında bir “Su şehri” olarak anlatılan Antakya Batı ile olan ticarette önemli bir mevkiye sahip oldu. O sırada güçlü bir İslâm devletinin olmayışı, siyasî parçalanma Bizanslıların ve Haçlıların uzun süre bura­ya hâkim olmalarını sağladı. 

Moğol istilası sırasında Antakya herhangi bir saldı­rıya uğramadı, hatta Moğolların korku­sundan şehre birçok Hristiyan ve Müslüman sığındı, nüfus bu yüzden artış gös­terdi. Haçlılar Antakya´yı bir prenslik ha­line getirerek Rober Guiscard´ın oğlu Bohemund´a vermişlerdi. 1268´e kadar buraya birçok Haçlı sülâlesi hükmetti. Bu son tarihte, Kuzey Suriye´deki Hristiyan hâkimiyetine son veren Memlûk Sultanı Baybars Antakya´yı kuşatma al­tına aldı. 18 Mayıs 1268´de yapılan bir genel hücum sonunda surlardan içeri gi­rildi, şehir mücadele ile alındığı için yağ­maya izin verildi, ayrıca vaktiyle Haçlıların yaptığı gibi halkın çoğu kılıçtan geçirildi, bir kısmı esir alındı. Şehir ate­şe verildi ve tahrip edildi.

Bundan sonra Antakya bir daha eski şaşaasına ulaşa­madı. Bu büyük tahribat muhtemelen, şehrin Batı dünyasının doğudaki önemli bir siyasî ve iktisadî merkezi, Hristiyan­lığın yayıldığı yer olması özelliklerinden dolayıdır. Baybars büyük bir ihtimalle şehrin Hristiyan dünyasındaki bu imajı­nı yıkmak istemiş olmalıdır. 

İslâm âle­minde Halep´e önem verilmiş ve ticaret yolları burada düğümlenmiş olmasına rağmen Batılılar, Haçlıların doğudan sö­külmesinden sonra Memlükler´le tica­ret yaparak iktisadî bakımdan kalkındırmamak için ticaret yollarını Ayaş´tan Anadolu´ya çevirdiler. Baybars yıktığı şehri sonradan kısmî de olsa imar etti. Zira bunu gösteren ve Baybars´ın bir vakfiye düzenlediği Cündî Hamamı bu­gün de mevcuttur. Yine ilk Osmanlı tah­ririnde yer alan camilerin Memlükler zamanına ait olması mümkündür. Eski Antakya´dan ise sur kalıntıları, St. Pierre mağara kilisesi ve bunun solunda bu­lunan Charnion kabartma heykelinden başka bir şey kalmamıştır.

Antakya ve civarına ilk Oğuz aşiretlerinin yerleşmesi 1000 yıllarındadır. İlk Oğuz yerleşim bölgesi Yayladağı ve civarıdır. Dandanakan savaşından (23 Mayıs 1040) sonra bir devlet kurmayı başaran Selçuklular, plânlı bir fetih harekâtı çerçevesinde, Bizans hâkimiyetindeki Anadolu topraklarına akınlar yapmaya başlayan Selçuklular bu bölgeyi 1084 yılında zapt etmişlerdir. Sultan Melikşah 1086 yılında Halep’e ordan Antakya’ya gelerek şehri teslim almıştır. Antakya’dan Süveydiye’ye geçen Sultan Melikşah’ın Akdeniz’i gururla seyrettiği, iki rekat namaz kıldığı ve devletin sınırlarını babasından daha ilerilere götürdüğü için Allah’a şükrettiği, atını denize sürüp kılıcını suya çarptığı, sonra ayrılırken denizden aldığı kumları babasının türbesine götürüp kabrinin üzerine serptiği ve “ey babam, sana müjdeler olsun! Devletinin hudutlarını karaların nihayetine kadar götürdüm.” Diye haykırdığı kaynaklarda zikredilmektedir.

Antakya, Suriye Selçuklularının karışıklık içinde bulunduğu bir sırada,1098 yılında Haçlılar tarafından zapt edildi. Ruzbik adında bir Ermeni’nin ihanet sonucunda gerçekleşen bu düşüşten sonra, şehir Haçlıların duyulmamış vahşetlerine maruz kaldı. Bu dönemde bölgede bulunan Türk topluluğuna ait olduğu bilinen en eski eser Yayladağı’nda 1131 yılında yapılan ve Selçuklu mimari sitilini yansıtan bir minaresi olan camidir.
 
Osmanlılar Döneminde Hatay 
   
Uzun bir süre Haçlı hâkimiyetinde kalan Antakya 1268’de Mısır Memluk Sultanı Baybars tarafından  ele geçirildi. Ancak Antakya, Müslümanların merkez olarak geliştirdikleri Şam ile rekabet edecek durumda değildi
. 
Dulkadiroğulları Beyliği´nde, 1480 ile 1515 yılları arasında beylik yapmış olan Alaüddüvle  Bozkurt´un, beylik merkezi Kahramanmaraş ile Gaziantep, Bahçe, Kadirli, Elbistan ve Bozok´tan başka Antakya´da da cami, medrese, imaret, türbe ve zaviye gibi tesisler inşa ettirdiği İ. Hakkı Uzunçarşılı tarafından belirtilmekte ise de bu eserlerden Antakya´da bulunanlar hakkında bir açıklama mevcut değil.

Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar, dört asır Osmanlı hakimiyetinde kalan Antakya, bu süre içinde Haleb  vilayetinin, Haleb Merkez Sancağına bağlı bir kaza merkezi olarak yönetildi. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Se­lim´in (1512-1520) Mısır seferinde Memluk Sultanı Kansu Gavri ile yaptığı 24 Ağustos 1516 tarihli Merc-i Dabık savaşından sonra, Halep´in işgalini takiben güney doğu Anado­lu´da, içlerinde Antakya´nın da bulunduğu ve o zamana kadar Memluk­ler elinde olan kentler birer birer Osmanlı hakimiyetine girdiler. Evliya Çelebi´ye göre, Antakya´nın fethini müteakip, kentin anahtarla­rı Sadrazam Yunus Paşa´ya teslim edilirken, Diyarbekir Beylerbeyi Bı­yıklı Mehmed Paşa vali tayin edildi. 

Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar, dört asır Osmanlı hakimiyetinde kalan Antakya, bu süre içinde Halep vilayetinin, Halep merkez Sanca­ğı´na bağlı bir "kaza merkezi" olarak yönetildi. XIX. yüzyılın ikinci yarı­sı ile XX. yüzyıla ait umumi salnamelerle Halep Vilayeti salnamelerin­deki kayıtlara göre, imparatorluğun çöküşüne kadar, herhangi bir deği­şiklik olmadan bu statüyü muhafaza ettiği anlaşılmaktadır. 

İstanbul´a uzak oluşu yanında Mısır´ın fethinden sonra bölgedeki as­keri önemini yitirmiş olmasına ilaveten, Ortadoğu´daki büyük geçiş yol­ları dışında kalmış olması gibi, zaman içinde değişen koşullar nedeniy­le, Osmanlı Devleti için önemsiz ve bu sebeple ihmal edilmiş küçük bir kasaba olarak asırlarca kendi halinde yaşamıştır. 

Seleucus krallarına başkentlik yapmış, Roma çağındaki ihtişamı dille­re destan olmuş, imparatorluğun üç büyük metropolünden biri olarak imparatorların gözdesi olan ve bir zamanlar "Doğunun Kraliçesi" laka­bıyla anılmış olan Antakya´ya, Kanuni Sultan Süleyman, İran´a yapmış olduğu birinci sefer (Sefer-i Irakeyn) dönüşünde uğramıştır. 24 Kasım 1536´da vardığı Halep´de sekiz gün kalarak kentteki cami, kale ve türbe gibi yerleri ziyaret eden Kanuni Aralık ayının beşinci günü Antakya´ya gelmiş ve burada bir gece kaldıktan sonra ertesi gün İstanbul´a dönüş yolunda, İskenderun üzerinden Adana istikametinde yoluna devam et­miştir.

Mısır´ın Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra bu ülkeye giden her kafile muhakkak surette Antakya´da konaklar, oradan sonra yoluna de­vam ederdi. Ayrıca hac yolunda olması nedeniyle hacılar için de bir uğ­rak yeri idi. Sadrazam Moralı Hasan Paşa H. 1703-1704 yılında hacılar için Antakya´da bir cami, bir imaret bir mektep ve bir de hamam vakfetmiştir. 

Türkiye Diyanet Vakfı yayını olan İslam Ansiklopedisi´nin Antakya maddesinde kentin özellikle XVI. Yüzyıl olmak üzere, Osmanlı döne­mindeki nüfusu, mahalleleri, umumi yapıları, ekonomik hayatı ve esna­fı hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. 

XVI. yüzyılda Antakya´da Meydan Ha­mamı, Cündi Hamamı, Beyseri Hamamı ve Mehmed Paşa Vakfı olan bir diğer ha­mam ile, içinde 101, dışında iki dükkanı olan bir bedesten, Dörtayak mahallesinde alt katında yirmi sekiz, üst katında yirmi iki oda ve iki dükkan bulunan bir han vardı. Cafer Ağa Vakfı olan Han-ı Sebil, yolcu ve devlet görevlilerinin kaldığı o devir içinde oldukça lüks bir konaklama yeri idi. 

XVII. yüzyılın sonlarında Antakya´da vakıfları yirmi sekize ulaşan cami ve mes­cidler arasında Habib Neccar Camii ve zaviyesi ile Cami-i Kebir, en büyük yapı­lardı. Diğerleri mahalle ismini taşıyan mescidlerdi. Ayrıca Kapıağası Cafer Ağa Muallimhanesi, Farisiye Medresesi, Mağ­ribiye Zaviyesi vardı. 1710 yılında yapılan bir sayımda çeşitli mesleklere mensup 1161 esnaf ve buna ilaveten 2332 erkek nüfus tespit edilmiştir. 1838´de Antakya´nın nüfusu 6000 idi. 

Sokullu Mehmet Döneminde de, Antakya’da imar faaliyetleri artmış ve bu dönemdeki yapıların çoğu günümüze kadar varlığını sürdürülebilmiştir. Payas’ta bulunan Sokullu Külliyesi bu döneme ait bir yapı olarak, günümüzde de büyük öneme sahiptir. Payas Kalesi 1567 de hendeği ile birlikte restore edilmiş bir Osmanlı kalesidir. Son yüzyılda hapishane olarak kullanılmıştı.    

16.yy’da Antakya’nın demografik yapısı incelendiğinde, nüfusun birkaç defa tespit edildiği ve bu  tespitin 1527’den  1589’a kadar değişmediği ortaya çıkmıştır. Ayrıca, bu dönemde gayrimüslim nüfusun olmadığı da kayıtlarda yer almıştır. 

Osmanlı Döneminde, Antakya’nın bir önemi de, hac yolunun bu bölgeden geçmesinden kaynaklanmaktaydı. Bu yol Haremeyn-i Şerifeyn ile İstanbul arasındaki bağlantıyı sağlaması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Bu yol, Şam’dan, Kuzey Suriye’den geçip, dağlarla Akdeniz arasından dar bir geçit aracılığıyla İstanbul’a ulaşıyordu. Antakya’nın ileri gelenleri, Hac dönüşünde, Surre alayı ve Hac kafilelerini Şam sınırında karşılar ve kervanı bir iki gün ağırlarlardır. 

Osmanlı Döneminde Antakya’nın ticari durumu ise; oldukça iyi organize edilmiş bir esnaf teşkilatına sahipti. İşlek çarşılara sahip olan  Antakya Ahilik ilkelerine göre çalışılan lonca teşkilatı ile düzenlenmişti. Ticari açıdan önemli bir geçit bölgesi olan Antakya’da giren ve çıkan mallar üzerinden Bâc vergisi alınmaktaydı. Bununla birlikte, İskenderun limanı Süveydiye ve Payas iskeleleri de deniz ticareti açısından büyük önem taşımaktaydı. Ayrıca bu limanlar aracılığıyla askeri nakliyat da sağlanmaktaydı. 

14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya bölgesine göç eden Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar geliyordu. Kuzey Suriye Avşarlarından olan Gündüzoğulları Amik Ovasında, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları Dörtyol çevresinde yaşamaktaydı. 

17. - 18. yy.larda Antakya, Lâskîye, Hama, Humus civarlarında konar-göçer Türkmen aşiretleri iskân edilerek, hem üretim dengesi oluşturuldu ve hem de bazı yerleşim yerleri imar edildi. 18. yy’a gelindiğinde; Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Osmanlı ordusunu yenerek Suriye’ye  ulaştı. 1832’de yapılan savaşta, İbrahim Paşa, Osmanlı ordusunu yenerek bu bölgeyi ele geçirdi. İbrahim Paşa’nın kurduğu düzen 1839’a Tanzimat’ın ilanına kadar devam etti. 

Ermeni faaliyetlerinin Antakya ve çevresini de etkisi altına alması, daha sonra bu bölgelerde yabancı okulların açılmasına da zemin hazırlamıştır. Bu okullarda  başta Ermeniler olmak üzere  bütün Hristiyan halka  ve kısmen de yerli halka hizmet verilmekteydi. Bu okulların en büyük amacının; verdikleri eğitim sayesinde, ülkenin ekonomisinin ve bürokrasisini yavaş yavaş ele geçirmekte  oldukları da tespit edilmiştir. Söz konusu okullardan ilki, Samandağ’da açılan İngiliz okulu ve bundan sonra Antakya ve İskenderun’da  da şubeleri açılarak, misyonerlik hareketlerine devam etmişlerdir. 

Antakya ve çevresi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlı yönetiminde Antakya Halep eyaletine bağlı bir sancak ve bu sancağın merkezi idi. Sancak beyi tarafından yönetiliyor idi. Zaman içinde yapılan düzenleme ile Antakya kaza statüsüne getirilerek, Şam Beylerbeyliğine bağlı olarak yönetildi. 

Kanuni Sultan Süleyman Tebriz seferi dönüşü Aralık 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır. Kanuni Sultan Süleyman´ ın buyruğuyla Belen’de cami, han, hamam ve imaret yapıldı. Belen´ e 250 nefer derbentçi yerleştirdi. Daha sonraki yıllarda bölgeye 65 hane daha yerleştirilerek köy haline getirildi. Payas’ta eski kale yeniden yapıldı. Yine Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568 yılında yapımına başlanan cami, han, hamam, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca yapılan iskele ve tersaneyi korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına bir kale (Cin Kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi.
 

Osmanlı Devleti döneminde belirli bir idari bütünlük veya coğrafi bölge olarak tanımlanmayan, Fransız işgali döneminde “İskenderun sancağı” (kısaca Sancak) olarak adlandırılan ve 1936 yılında Atatürk tarafından Hatay adı verilen bölgenin Anavatan’a ilhakı, Türkiye’nin diplomasi tarihi açısından üstün bir başarı ve örnek bir olay teşkil etmektedir.

İskenderun Sancağı I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın Ortadoğu’daki nüfuz bölgesine dahil edilmiş, Milli Mücadele sırasında Türkiye ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara İtilafnamesi ile Türkiye’nin güney sınırları tespit edilirken, bu bölge Türk toprakları dışında bırakılmıştı. Sancak bölgesi Misakı Milli sınırları içinde olmasına rağmen, Milli Mücadele’nin henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı bir sırada, Fransa ile savaşı sona erdiren bir anlaşma yapılırken; bölgenin Anavatandan ayrı kalmasını kabul etmek mecburiyeti hasıl olmuştu. Ancak Atatürk’ün liderliğinde yürütülen askeri ve siyasi mücadele sonunda bağımsızlığına kavuşan Türkiye, II. Dünya Savaşı öncesi uluslararası siyasal konjonktürü ustaca değerlendirerek bu milli meseleyi tekrar gündeme getirmiştir.

Genelde Türkiye’nin olduğu gibi, Hatay’a yönelik politika da bizzat Atatürk tarafından, fakat; diğer ilgili kişi ve kuruluşlarla birlikte tespit edilip, önce, Hatay’a bağımsızlık verilerek Suriye’den koparılması, daha sonra da Anavatana ilhak edilmesi şeklinde cereyan eden iki aşamalı bir strateji izlenmiştir. Bu temel strateji çerçevesinde Hatay meselesini kan dökmeden, en son aşamasına ulaştıran Atatürk aramızdan ayrılmış. Başta İsmet İnönü olmak üzere, Türk devlet adamları da belirlenen strateji gereği mutlu sonucu elde etmişlerdir.    
İngiltere ve Fransa I. Dünya Savaşı içinde gizli olarak imzaladıkları Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu bölgesini paylaşmışlardı. Bu anlaşmaya göre Suriye, Lübnan ve Çukurova dolayısı ile Sancak bölgesi Fransa’nın nüfus bölgesine dahil edilmiştir. I.Dünya Savaşı sonunda 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada, Sancak bölgesi Türk küvetlerinin kontrolünde bulunuyordu. Ancak Mütarekenin 7. ve 16. maddelerini ileri süren itilaf devletleri bölgede Yıldırım Orduları Komutanı olarak bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın direnmesine rağmen 4 - 9 Kasım 1918’den itibaren başta İskenderun Limanı olmak üzere Hatay, Urfa, Antep, Maraş ve Çukurova bölgesini işgal etmişlerdir. İşgallere paralel olarak gizli anlaşma gereği bölge Fransa’ya bırakılmış, Fransa da bölgedeki hakimiyetini sağlamlaştırmak amacıyla 27 Kasım 1918’de merkezi Beyrut’ta bulunan Fransız Yüksek Komiseri General Gouraud tarafından yayınlanan bir kararname ile “İskenderun Sancağı”nı kurmuştur.

Mondros Antlaşması ile bu topraklarda görevi bitmiş olan Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal Paşa, tekrar geldiği Adana´da bu işgal hareketini müttefik orduları kumandanı Mareşal Allanby nezdinde protesto ederken, ilerde Hatay Meselesi haline gelecek olan bu konuya, o tarihten itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa Çukurova’da yapmış olduğu çalışmalarla bölge insanını ileride meydana gelebilecek işgallere karşı önce fikirsel olarak hazırlamış ve sonra da halkın örgütlenmesini istemişti. Mustafa Kemal Paşa’nın yönlendirmesini dikkate alan bölge halkı kurtuluş fikri ile hareket ederek, düşman istilasına karşı milli mukavemeti oluşturmak amacıyla örgütlenmişti. Örgütlenen bölge halkı Kuva-yi Milliye adıyla küçük müfrezeler meydana getirerek işgallere karşı direnişe geçmişti. Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleriyle hareket eden bölge insanı, milli direnişin ilk kıvılcımını 19 Aralık 1919 da düşmana karşı sıkılan ilk kurşun ile Dörtyol’da başlatmıştır. Dörtyol yöresinde başlayan ilk Milli Mukavemetler, gittikçe bütün kutsal vatan topraklarına yayılmış, ayrıca çığ gibi büyüyerek, Milli Mücadele şeklini almış ve düzenli ordu şekline de dönüşerek, 9 Eylül 1922 günü düşmanın denize dökülmesiyle büyük bir başarıya ulaşmıştır.

Yerli halkın ileri gelenlerinden bir grubun Fransız yönetimine karşı mücadele kararı alması ile sancakta ilk direniş hareketinin çekirdeği kurulmuş oldu. Bu grubun liderliğinde hareket eden mücahitler, zaman zaman Fransız işgalcileri ile silahlı çatışmaya da girdiler. 13 Temmuz 1919´da İskenderun Sancağı´na gelerek halka Fransız yönetiminden memnun  olup olmadıklarını soran Amerikan heyetine büyük çoğunluğun Türk idaresini istedikleri şeklindeki beyanı, Fransız yönetimine karşı başlatılan direniş hareketinin haklılığını göstermekte idi.

Sivas Kongresi´nde ilk esasları meydana çıkmış olan Misak-ı Milli kavramı ile ilgili olarak bu direniş hareketinin önde gelen isimlerinden Tayfur Ata Bey (Sökmen) ile Ankara arasında yapılan yazışmalarda, İskenderun Sancağı ve havalisinin de (Hatay) bu hudutlar içerisinde olduğunun Mustafa  Kemal tarafından belirtilmiş olması, bir süredir Misak-ı Milli hududu dışında kaldıkları kuşkusu içinde olan bölge halkının maneviyatını yükseltti.

Güneydoğu Anadolu ve İskenderun Sancağı´nda iki yıldır süregelen ve Fransız hükümetini huzursuz eden direniş hareketinin ve çatışmaların sona erdirilmesi amacıyla, Ankara Hükümeti ile 9 Haziran 1921 tarihinde başlanan görüşmelerin, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile bir uzlaşma  ortamına girmesi üzerine, Antakya´da Fransız yönetimine karşı sürdürülen direniş faaliyetine bir süre ara verildi. Ancak, antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre önce, 26 Ağustos 1921 tarihinde, Fransızlar bütün Suriye´yi işgal ederek, daha önce kurmuş oldukları Faysal başkanlığındaki Suriye Hükümeti´ne son vermiş ve  ülkede manda yönetimini uygulamaya başlamışlardı.

Ankara Antlaşması hükümleri içinde sancak dahilindeki okullarda Türkçe´nin okutulması, Arapça´nın yanında Türkçe´nin de resmi mahiyette bir dil olması, Türk Kültürünün yayılması, sancak bayrağının Türk Bayrağı´na benzer bir bayrak olması gibi maddeler bulunmasına rağmen, Fransızlar bu maddeleri hiçbir zaman uygulamadılar. Özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerinde, Hristiyan nüfusu, Türk nüfusa yeğ tutan bir davranış içine girdiler. Bu tutum, sancakta   yaşayan farklı etnik grupların, farklı dili konuşanların ve farklı siyasi akımlara mensup olanların çatıştığı karışık bir ortam yarattı.

Fransızların, İskenderun Sancağı´ndan çekilmemeleri ve sancak içindeki Türk nüfusa karşı davranışlarındaki eşitsizlik üzerine tekrar faaliyete geçen direniş örgütü, merkezi Adana´da olan, Tayfur Ata Bey (Sökmen) başkanlığında, İskenderun ve Havalisi Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti´ni kurarak, Ankara ile ilişkilerini devam ettirdiler ve bir heyet halinde Ankara´ya giderek, Mustafa Kemal´den bölge ile  ilgilenmesini istediler.

1922´de Fransızlar tarafından Suriye Devletleri Federasyonu kuruldu ve İskenderun Sancağı, Federasyona bağlı olan Halep Devleti içinde yer aldı. Ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü garanti altına alan ve yeni Türkiye Devleti´nin sınırlarını çizen Lozan Antlaşması´nda esaslı bir şekilde ele alınmayan ve bu nedenle yöre halkının umutsuzluğa sevk eden Hatay Meselesi, Atatürk´ün 15 Mart 1923 günü Adana´da yaptığı konuşmada, “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz. Günü gelecek siz de kurtulacaksınız” diyerek Hatay konusuna bakış açısını net bir şekilde ortaya koymuştur.

Gelişen olaylar karşısında bölgede yaşayan diğer etnik gruplara karşı da örgütlenme ihtiyacı duyan Türk nüfus, Türkiye ile birleşme temasını işleyen Altın-Özü isimli bir gazete ile faaliyeti çok kısa süren Antakya Halk Fıkrası adlı bir de parti kurdular.

Bölgedeki huzursuzlukların Milletler Cemiyeti´nde yaptığı etkiler sonucu 1926 yılında Fransızlar, İskenderun´da bir hükümet kurulması teklifini gündeme getirdiler. Teklife göre, Beyrut´taki yüksek komiserliğe bağlı olarak çalışacak bu hükümetin kendi anayasası, kendi meclisi ve seçilmiş bir başkanı bulunacaktı. Hükümet merkezi olarak İskenderun öngörülmekteydi. Bu hükümetin teşkili amacıyla yapılan seçimler sonucunda, Arapların çoğunlukta olduğu bir meclis oluştu. Başkanlığına da Ahmet Türkmen´in adaylığına karşılık, İskenderun Sancağı´nda Fransız olağanüstü komiserinin delegeliğini yapan H. Duriex´in getirildiği Bağımsız İskenderun hükümeti, gördüğü tepkiler karşısında kısa bir süre sonra ismini, Kuzey Suriye Hükümeti olarak değiştirme kararı aldı.

Anayasaları gereği sancağın bağımsızlığı  için yemin etmiş olan Kuzey Suriye Meclisi  milletvekilleri bu karardan dört gün sonra, Şam´daki Merkezi Suriye Hükümeti´ne bağlanma kararı aldı. Ortaya  çıkan bu yeni durum üzerine Fransa´nın Suriye üzerindeki manda yönetiminin sona ereceği 1935 yılından sonra, İskenderun Sancağı´nın geleceğini, Türk nüfusun çıkarlarına uygun bir neticeye ulaştırmak amacında olan Türkler, Fransızların engelleme gayretlerine rağmen hedeflerine ulaşmak için yoğun bir propaganda faaliyetine girdiler.
 

Atatürk, 1936 yılı TBMM´nin açış konuşmasında, "... Fransızlar ile aramızda senelerdir sürüp giden davanın neticelenmesinin zamanı gelmiştir." diyerek, sancağın bulunduğu bölgeye Hatay ismini verdi. Bu davranışı ile Hatay Meselesine ciddi olarak el konduğunu ifade etmiş olan Atatürk, o sırada faaliyette olan Antakya-İskenderun Yurdu Cemiyeti´nin adını da Hatay Egemenlik Cemiyeti olarak değiştirdi. Bu cemiyetin merkezi İstanbul´da idi.
                
Atatürk’ün emri ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Cemiyetin genel başkanı, Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmen Süer genel sekreter olmuştur. Ayrıca Hatay bölgesi ile ilişkilerin rahatlıkla kurulabilmesi için Dörtyol şubesi faaliyet merkezi olarak tespit edilmiş, cemiyetin fahri genel başkanı olarak Tayfur Sökmen de Türkiye ile Hatay arasındaki ilişkileri düzenlemekle görevlendirilmişti.
 
Olayların hızlı bir gelişme içine girdiği bugünlerde, Fransız başbakanı Leon Blum´un, Suriye´ye bağımsızlık verileceği şeklinde beyanı, Hatay´ın Suriye´ye geçmeden anavatana katılması için yapılacak çalışmaların hızlandırılmasını gerekli kıldı. Bu sırada Türk nüfusun aleyhine gelişeceği sezilen, 14-15 Kasım 1936 genel seçimlerine Türkler katılmayarak seçimi boykot ettiler. 1937 yılı başında, Hatay´daki huzursuzluğu gündemine alarak görüşen Milletler Cemiyeti, "...her Hataylı dilediği cemaat listesine yazılmak ve rey vermek hakkına sahiptir" maddesini içeren Türk tezini kabul etti ve yapılacak halk oylaması  için Antakya´ya bir gözlemci heyeti gönderdi.
 
Heyetin halk oylaması konusunda olumlu bir kanı ile Cenevre´ye dönmesinden ve raporlarını 27 Ocak 1937´de Milletler Cemiyeti´ne vermelerinden sonra, İskenderun Sancağı için yeni bir statü ve anayasa taslağı hazırlanarak sancakta, Millet Meclisi seçimi yapılması kararı alındı. Türkiye adına Numan Menemencioğlu´nun katıldığı anayasa taslağı hazırlama komisyonu, Fransız, İngiliz, Belçikalı ve Hollandalı diplomatlardan oluşmaktaydı. Komisyon tarafından 15 Mayıs 1937´de tamamlanan tasarı Milletler Cemiyeti´nce 29 Mayıs 1937´de kabul edildi. Bu  taslağa göre sancak, içişlerinde bağımsız, dışişleri, maliye, gümrük işlerinde Suriye´ye bağlı kalacaktı. Sancağın toprak bütünlüğü, Türkiye ve Fransa´nın garantörlüğü altındaydı.
 
Milletler Cemiyeti´nce kabul edilen tasarı esasları çerçevesinde Ekim 1937´de Antakya ve İskenderun´da Türk konsoloslukları açıldı. 15 Nisan 1938´de başlayan ve ileride yapılacak Millet Meclisi seçimine esas olacak sayım işleminde, adilane hareket edilmeyip, Türkler aleyhine bir tavır takınılması üzerine durum, Türkiye Cumhuriyeti´ne, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti´ne duyuruldu
 
Bir süre  sonra Fransız idaresindeki Suriye Devleti ile Hatay Devleti arasında bazı konularda yetki ve yönetim açısından baş gösteren anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Manda yönetimi zamanından  bu yana görev yapan bütün Fransız ve Suriyeliler, Türk yönetimince işten çıkarıldılar. Gerginleşen münasebetler üzerine Suriye Devleti´nin bir ara posta pulu vermemesi üzerine, Hatay Devleti, Türkiye Cumhuriyeti´nin pullarını kullanmaya başladı. Kısa bir süre sonra kendi pullarını çıkaran Hatay Devleti, Uluslararası Postalar  Topluluğu´na üye oldu. Devletin parası Suriye parası  idi. Vurgunculuğa mani olmak amacıyla gizlice toplanan meclisin bir gece içinde çıkardığı bir kanunla, Suriye parası yerine Türk lirasına geçildi. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası İskenderun´da bir şube açtı.
 
Bu sırada Hatay´ın Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınırı kapalı idi. Suriye Devletiyle anayasa gereği bir sınırı bulunmamaktaydı. 20 Ekim 1938 gece yarısı Fransızlar, kendilerine çıkarılan güçlükleri bahane ederek, Suriye Devleti´nin Hatay Devleti ile var olmayan sınırını kapattılar ve Hatay Devleti ile olan ilişkiyi dondurdular. Amaçları, Türkiye ile sınırı kapalı olan Hatay Devleti´ni ekonomik açıdan güç duruma sokup kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeye zorlamaktı. Bu olaya misilleme olmak üzere  Hatay Devleti de Suriye ile yeni oluşan sınırını kapattı. Her iki taraftaki sınırın kapalı olmasının Hatay Devleti´nin ticaret ve ulaşım işlerini aksatacağı ihtimali karşısında, olaydan iki gün sonra Millet Meclisi´nde alınan bir kararla Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınır açıldı.
 
Suriye hududunun Fransızlar tarafından kapatılması, öteden beri düşlenen, Hatay´ın anavatana katılması hedefi için pek olumlu bir ortam yaratmıştı. Fransızların bu durumu sezip özür dileyerek, Hatay Devleti ile olan sınırı tekrar açmalarına rağmen Hatay Devleti, Suriye Devleti ile olan sınırını açmadı. Bu gergin ilişkiler içinde, anavatana katılma arzusu ile dolu sekiz ay geçti.
 
Türkiye Cumhuriyeti´nde 1939 yılında yapılan milletvekili seçiminde, Hatay Devlet Başkanı Tayfur Sökmen Antalya´dan, Başbakan Abdurrahman Melek ise Antep´ten milletvekili seçilerek TBMM´ye girdiler. Bu  olay Hatay´ın Anavatan´a katılması hedefinin  bir diğer adımını  oluşturmakta idi. Zaten Fransa da bu konuya son zamanlarda ılımlı bakmakta kamuoyunda ise bu çözümün bölgedeki istikrar ve her iki devletin geleceği  için en uygun yol olacağı görüşü ağırlık kazanmakta idi.
 

Siyasi Yapı 
 
Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovası´nda; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk Tunç Çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.
    
İlk tunç çağından itibaren Amik Ovası’ndaki bu beylikler; sırasıyla Akadların, Yamhad Krallığı´nın, Hititlerin ve Mısırlıların egemenliğine girmiş, Hitit İmparatoru I. Şuppiluliuma döneminde tekrar Hitit egemenliğine girerek, bu durum M.Ö. 13. yüzyıla kadar devam etmiştir.
    
Hitit İmparatorluğu´nun M.Ö. 1200 yıllarında parçalanmasından sonra Sami-Aramiler tarafından “Hattena” adıyla bir Geç Hitit Krallığı kurulmuştur. Hattena Krallığı M.Ö. 9. yy’da Asurluların daha sonra da Urartuların egemenliğinde kalmıştır.
   
M.Ö. 6. yüzyılın ortalarından itibaren Hatay yöresi Pers İmparatorluğuna bağlı Kilikya Satraplığı’nın içinde yer almış ve Pers İmparatorluğu’na vergi ödemiştir.
M.Ö. 333 yılında Büyük İskender ile Pers İmparatoru III. Dareios’un orduları İssos kenti civarında savaştılar ve Büyük İskender Pers ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Myriandros’un (bugünkü İskenderun) adını değiştirerek Aleksadria adını vermiş ve bölge kısa bir süre Makedon hâkimiyetine girmiştir.
    
Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümünden sonra komutanlarından Seleucus I. Nicator iktidar mücadelesini kazanarak Seleukoslar dönemini başlatmış ve M.Ö. 300 yılında Seleucia Pieria, ardından Antiacheia (Antakya) kentleri kurulmuştur.
 
M.Ö. 64 yılında Antakya serbest şehir statüsü ile Roma İmparatorluğuna katıldı ve imparatorluğun Suriye Eyaletinin başkenti oldu.

M.S. 1. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Hristiyanlık, Kudüs dışında ilk defa Antakya’da yayıldı. Hz. İsa’ya inananlara ilk defa Antakya’da “Hristiyan” adı verildi. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi. Şehir; saraylara, köşklere, heykellere, suyollarına, hipodroma, hamamlara ve hatta kanalizasyon sistemine sahipti.
    
395 yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölündü. Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kalan Antakya 638’de İslam orduları kumandanı Ebu Ubeyde İbn’ül Cerrah tarafından fethedildi. Emeviler döneminde (661-750) Antakya Halep’e bağlandı. Ardından Hatay bölgesi Abbasiler, Tolunoğulları ve İkşitlerin eline geçti.
    
944 yılında Kuzey Suriye’de Antakya’yı da içine alan Hamdanoğulları Devleti kuruldu. 967-969 yıllarında Hamdanilerle Bizanslılar arasında şiddetli çatışmalar oldu. Sonunda Antakya Bizans kuşatmasına 969 yılına kadar dayanabildi. Antakya Bizans İmparatoru Nikephorus Phokas’ın kumandanlarından Mikhail Burtzes tarafından zaptedildi.
           
9. ve 10. yüzyıllarda Antakya ve civarına çok sayıda Türk nüfusu gelerek yerleşmeye başladı. Bunda doğudaki Selçuklu varlığının büyük etkisi vardı. Sultan Melikşah döneminde (1072-1092), Kutalmışoğlu Süleyman Bey 1074 yılında önce Halep’i daha sonra Antakya’yı kuşattı. Vali İsaakios Komnenos 20.000 altın karşılığında barış yaparak kuşatmayı kaldırttı. 1084 yılında Antakya Askeri Valisi Philaretes Urfa’ya gidince kötü yönetim ve baskıdan bıkan halk bunu fırsat bilip İznik’te bulunan Süleyman Bey´i kente davet etti. Bunun üzerine Kuzey Suriye’ye bir sefer düzenleyen Kutalmışoğlu Süleyman Bey 12 Aralık 1084’te Antakya’ya girdi. Süleyman Bey, Filistin Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah’ın kardeşi Dımışk Meliki Sultan Tutuş arasında Halep yakınında yapılan savaşı kaybetti ve öldü. Antakya Selçuklu Meliki Sultan Tutuş’un hâkimiyetine girdi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah Kuzey Suriye’de çıkan hâkimiyet kavgasını çözmek için 1086 yılında önce Halep, oradan Antakya’ya geldi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Tutuş’u sadece Dımışk (Şam) Meliki olarak bırakıp, Antakya’ya Yağısıyan’ı Vali tayin ederek Antakya’yı doğrudan doğruya imparatorluğa bağladı.
   
1097 yılında Anadolu’dan Çukurova’ya gelerek İskenderun’u alan Haçlı orduları 21 Ekim 1097’de Antakya’yı kuşattı. Uzun süren bir kuşatma sonunda 1098’de Antakya Haçlılar tarafından zapt edildi. 1. ve 2. Haçlı seferleri sırasında Suriye Bizanslıların elinden çıktı, bölgeyi mahalli Müslüman Beyliklerle Latinler paylaştı. Antakya’da Kudüs’e bağlı olan Dükalık (Antakya Prensliği veya Antakya Kontluğu) kuruldu.    1268 yılında yöreye gelen Baybars komutasındaki Memluk ordusu Antakya’yı kuşattı ve 18 Mayıs 1268 günü yapılan hücumla şehre girildi. Memlukluların 1268’de gelişleri ile 171 yıl süren Antakya Haçlı Prensliği sona erdi. Baybars’ın hükümdarlığı zamanında bölgede Türkmenlerin göç ve yerleşimleri yoğun olarak gerçekleşti.
    
14. ve 15. yüzyıllarda Halep, Antep ve Antakya bölgesine göç eden Türkmen boylarının başında Avşarlar ve Bayatlar geliyordu. Kuzey Suriye Avşarlarından olan Gündüzoğulları Amik Ovası´nda, Köpekoğulları Antep’te ve Özeroğulları Dörtyol çevresinde yaşamaktaydı.

Osmanlı toprakları genişleyip Memluk sınırlarına ulaşınca iki devlet arasında savaşlarda başladı. Ard arda yapılan savaşlar sonunda Memluk ordusu, Osmanlı ordusunu Çukurova’dan çekmek zorunda bıraktı ve 1490 yılında barış antlaşması yapıldı.
 
Antakya ve çevresi 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girdi. Osmanlı yönetiminde Antakya Halep eyaletine bağlı bir sancak ve bu sancağın merkezi idi. Sancak beyi tarafından yönetiliyor idi. Zaman içinde yapılan düzenleme ile Antakya kaza statüsüne getirilerek, Şam Beylerbeyliğine bağlı olarak yönetildi.
    
Kanuni Sultan Süleyman Tebriz seferi dönüşü Aralık 1535’te Antakya-İskenderun üzerinden Adana’ya geçmiş; daha sonraki yıllarda 1548-1549 kışını geçirdiği Halep’te iken yaptığı gezilerin birinde Antakya’ya tekrar uğramıştır. Kanuni Sultan Süleyman´ın buyruğuyla Belen’de cami, han, hamam ve imaret yapıldı. Belen´ e 250 nefer derbentçi yerleştirdi. Daha sonraki yıllarda bölgeye 65 hane daha yerleştirilerek köy haline getirildi. Payas’ta eski kale yeniden yapıldı. Yine Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1568 yılında yapımına başlanan cami, han, hamam, imaret 1574 yılında tamamlandı. Ayrıca yapılan iskele ve tersaneyi korumak için 1577 yılında limanın üst tarafına bir kale (Cin Kulesi) inşa edildi. Derbentçi olarak buraya 541 aile yerleştirildi.
    
1832’de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa´nın oğlu İbrahim Paşa Suriye’yi fethederek Osmanlı ordusu ile 28 Temmuz 1832 günü Belen Boğazında (Belen Geçidi) yaptığı savaşı kazanarak, Adana’ya doğru ilerledi. 1839’da Osmanlılar bölgeyi Halep’e kadar geri aldılar. Tanzimat’ın ilanıyla Antakya ve çevresinde idari yapılanmada yeni düzenlemeler gerçekleştirildi. Antakya Sancağında Kaymakamlık ihdas edilerek çevresiyle birlikte (Şeyhülhadid, Kuseyr, Karamurt, Süveydiye, Altunözü, Cebel-i Akra- namı diğer Ordu) Halep eyaletine, Payas kazası, Uzeyr ve Belen sancakları çevresiyle birlikte (Bakras nahiyesi, İskenderun, Nahiye-i Arsuz) Adana eyaletine bağlandı.
   
1. Dünya Savaşı´ndan sonra Fransızlar tarafından işgal edilen bölge, 18 yıl Fransızların egemenliğinde kalmıştır. Yayladağı, 1938’de kurulan Hatay Devleti sınırları içine kaldı. Hatay Devleti´nin de 7 Temmuz 1939’da Anavatana katılmasıyla, Türkiye sınırlarına dâhil oldu. Aynı yıl Hatay iline bağlı ilçe konumuna getirilmiştir.
 
  
 
İdari ve Fiziki Yapı
 
Hatay Türkiye´nin en önemli eski yerleşim yerlerinden biridir. Yapılan arkeolojik araştırmalarda milattan önce 100.000 ile 40.000 yılları arasına tarihlenen bulgulara ulaşılmıştır. İl toprakları ilk tunç çağından itibaren Akat beyliği ve M.Ö. 1800-1600 yıları arasında Yamhad krallığına bağlı bir beyliğin sınırları içerisinde yer almıştır. Daha sonra M.Ö. 17. yüzyıl sonlarında Hititler´in ve M.Ö. 1490 yıllarında Mısır´ın egemenliğine girmiştir. Ardından Urartular, Asurlular ve Persler´in egemenliğine girdi. M.Ö. 300 yılında Antakya kurulmuş ve kent hızla gelişmiştir.
Kent M.Ö. 64 yılında Roma İmparatorluğu´na katılmış ve imparatorluğun Suriye eyaletinin başkenti olmuştur. İl toprakları M.S. 638 yılında İslam ordusu tarafından fethedilmiş, Emevi ve Abbasi egemenliğinde kalmıştır. Daha sonra 877 de Tolunoğulları´nın fethettiği topraklar sırayla İhşitler ve Selçuklular tarafından yıkılan Halep merkezli Hamdanoğulları (Beni Hamdan) egemenliğine girdi. 969 yılında Bizans imparatorluğunun topraklarına katılan il, Haçlı seferleri sırasında da önemli rol oynamıştır. Antakya Memluklar tarafından Haçlıların elinden alınmıştır (18 Mayıs 1268). 1516´da Yavuz Sultan Selim bu toprakları ele geçirmiş ve Osmanlı Dönemi başlamıştır.

İl topraklarının yüzölçümü 5403 kilometrekare ve nüfusu 1997 sayımına göre 1.192.393 ve 2000 sayımına göre de 1.256.726 kişidir. Nüfus artış hızı yaklaşık olarak %1,2’dir. İl topraklarının % 46’sını dağlar, %33 ünü ovalar ve %20 sini platolar oluşturur. İl topraklarının en önemli yükseltisini kuzey-güney hattında uzanan Amanos dağları (Gavur dağları ve Nur dağları olarak da bilinir) oluşturur. Bu sıradağların en yüksek noktası ise Mığırtepe (2240 m.)dir. Diğer önemli yükseltiler Ziyaret Dağı ve Keldağ (Arapça Cebel Akra´ ya da Latince Casius. 1739 m.)dır. Hatay´ın en önemli akarsuyu olan Asi Nehri (Orontes) Lübnan dağları ve Anti-Lübnan dağları arasındaki Bekaa vadisinde kaynayan akarsuların birleşmesiyle oluşur, Suriye topraklarından geçerek ilin güneydoğu sınırlarından girer ve Samandağ yakınlarında delta oluşturarak Akdeniz´e dökülür.
    
Surla çevrili şehrin fiziki yapısına gelince; XVI. yüzyılda Antakya´da Meydan Hamamı, Cündî Hamamı, Beyseri Hamamı ve Mehmed Paşa vakfı bir diğer hamam daha bulunuyor, ayrıca şe­hir içinde ve Asi nehri üzerinde çeşitli değirmenler yer alıyordu. Değirmenlerin bir kısmı Memlûk döneminden kalmay­dı. 1570 tahririne göre Antakya´da bir bedesten vardı ve bu yapı içinde 101, dı­şında da iki dükkâna sahipti. İbn Debbûs mahallesinde ise alt katında yirmi se­kiz, üst katında yirmi iki oda ve iki dük­kân bulunan bir han vardı. Cafer Ağa vakfı olan Hân-ı Sebil, yolcu ve hacıların yanı sıra devlet memurlarının da kaldığı oldukça lüks bir konaklama yeriydi. Ay­rıca şehirde Cebel-i Ahmer´deki (Kızıldağ) karlıklardan getirilen buz ve kar da sa­tılıyor ve geniş bir alıcı kitlesi buluyor­du.
   
Şehir etrafındaki köylerde ise pi­rinç ziraatı önem kazanmıştı. XVII. yüzyı­lın sonlarında Antakya´da vakıfları olan cami ve mescid sayısı yirmi sekize ula­şıyordu. Bunlar arasında Habîb-i Neccâr Camii ve Zaviyesi, Câmi-i Kebîr, Erdebilî Camii, İbn Sûff Mescidi, Kubbeli Mescit, Yûnus Fakih Camii ve Saru Mahmut Şönbik, Debâğa Kastal. Mey­dan. Mukbil. Şuğurluoğlu. Numan. Ağ­ca, Hamamcıoğlu ve Şeyh Necm, Şeyh Haliloğlu, Basaliye ve İmaran gibi bazı­ları mahalle ismi taşıyan mescidler sa­yılabilir. Ayrıca Kapıağası Cafer Ağa Muallimhanesi, Fârisiye Medresesi, Ömer b. Ya´küb b. Ahmed b. Mansür´un Gaziliye Berrâniye Bukası, Meydan´da Mağ­ribiye Zaviyesi bulunuyordu.
 
 
 
Mahalli İdareler
 
Hatay’ın ALTINÖZÜ İlçesine bu adın Osmanlılar zamanında verildiği, o dönemde Fatikli Mahallesi´nde düzenlenen tapu kayıtlarından Altınözü isminin geçmesinden anlaşılmaktadır. Altınözü, Araplar tarafından alınmasından sonra kale tipi şato anlamına gelen Kasi diye anılmış ve zamanla bu kelime bozularak, halk arasında Kuseyr denilmeye başlanmıştır.
       
İslâmiyet’in yayılmasından sonra Altınözü’ ne hâkim olan Kozkalesi, Hz. Ömer devrinde 638 yılında Araplar tarafından fethedilmiştir. Daha sonra Haçlıların eline geçmiş ve bu durum 150 yıl devam etmiştir. Ancak Memluk Sultanı Baybars daha sonraları Kuseyr (Altınözü) bölgesini ele geçirmiş ve bu bölgede 1515 yılına kadar hâkimiyetini sürdürmüştür.
    
Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim Mısır seferi (1515)  sırasında Kuseyr bölgesini Osmanlı’lara bağlamıştır. Bölgede altın madenleri olduğu için de kente Altınözü adı verilmiştir. Sultan II. Abdülhamit’in toprak reformu sırasında Altınözü Halep Vilayetine bağlanmıştır. 
   
Hatay İline bağlı bir ilçe merkezi olan BELEN’de ilk yerleşimin ne zaman başladığı bilinmemekle beraber, Emeviler zamanında tarihte ismini ilk kez duyurmuştur. Ayrıca Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Belen`den,  Beylan olarak söz edilmiştir. Bu sözcüğün "Beyi" anlamında bir kökten türediği ve iki dağ arasındaki bir yer olduğu söylenmektedir. Belen, Orta Asya Türkleri`nin kullandığı bir sözcük olup, Anadolu`nun diğer bölgelerinde de aynı isme rastlanmaktadır. Ayrıca Balkanlarda bu isme rastlandığı gibi seyahatnamelerde de yer almıştır.
    
Antik dönemde “Suriye Kapısı”, “Amanos Kapısı”; Ortaçağda “Pagrae”; Arap kaynaklarında “Bakras” ve zaman zaman “Bab-ı İskenderun”, “Mozaik Bagras” gibi adlarla anılan geçidin, Belen yerleşiminin kurulmasıyla birlikte birkaç kilometre Gedik ile Derebahçe arasında kalan 2 km. uzunluğunda devam eden boğazın denize bakan ucuna “Belen”; Amik ovasına doğru olan doğu tarafına ise “Bagras” adı verilmiştir. Karaağaç bölgesinde Tellihöyük veya Karaağaç adını taşıyan höyükte Mc. Ewan’ın bulunduğu bazı çanak – çömlek parçaları, burada antik çağ öncesinde yerleşim olduğunu göstermektedir.
    
XVI. yüzyılda Kanuni Sultan yol güvenliğini sağlamak için buraya bir derbent teşkilâtını kurmuş 1552 yılında da cami, hamam ve han yaptırmıştır. Ayrıca Belen`in İskenderun çıkışında yoldan 7–8 m. aşağıda XVIII. yüzyılda bulunan kümbet Abdurrahman Paşa`nın mezarı üzerine yapılmıştır. Çevresinde Paşa`nın ailesine ait mezarlar bulunmaktadır. Belen’de ayrıca 1914 yılında şehit olan 41.Fırka kahramanları için 1981 yılında bir anıt yapılmıştır, çevresi park şeklinde düzenlenen bu anıt ana yola göre bir hayli yüksektedir.
    
Antakya-İskenderun arasındaki Kızıldağ eteklerinde bulunan Bakras Köyü yakınlarındaki kale sarp bir tepenin üzerindedir. Roma döneminde yapılan bu kale Anadolu Suriye yolunu kontrol etmek amacıyla yapılmış olup, Osmanlı döneminde de onarılarak kullanılmıştır. Kalenin bir bölümü bugün ayaktadır. Belen ile ana yol arasında kaleye giderken sol tarafta görülen kalıntılar ve onun karşısındaki köprü, Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1552`de yaptırılan Karamurt Hanı’dır. Yapımından 150 yıl sonra yenilenen bu hanın yanına cami, sübyan mektebi ve imaret eklenmiştir. Günümüze dış duvarlarından pek azı gelebilmiştir. Köprü iyi bir durumdadır.
    
Hatay ilinin bir ilçesi olan DÖRTYOL, İskenderun Körfezi’nin ucunda, deniz ile Amanos Dağları arasında yer almaktadır. Dörtyol’un kurtuluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, XVI. yüzyılda çevresindeki Payas’ta Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı külliye göz önünde bulundurulacak olursa bu tarihte Dörtyol’da da yerleşim olduğu düşünülebilir. Tarihi kaynaklarda Dörtyol`a ilk defa Abdurrahmanlar, Çankırılar, Delisüllüler, Bölükbaşılar, Bozdoğanlar, Karabeyler, Akkoyunlular, Türkoğulları gelip yerleştikleri belirtilmiştir.
   
Hatay ilinin kuzeyindeki Amanos dağlarının Akdeniz’e bakan batı eteğinde yer alan ERZİN İlçesi tarihte ismini ilk kez MÖ.333`te Büyük İskender ile Pers Kralı Darius III`un burada savaşmasıyla duyurmuştur. Ancak, o dönemden önceki yıllara ait Antik yerleşim kalıntıları, suyolları, sütunlu cadde, hamam ve tiyatrosu bulunmaktaydı. Bu da gösteriyor ki Erzin’de MÖ. V.-IV. yüzyıllarda bir yerleşim bulunmaktadır.
    
Otlukbeli Savaşı`ndan sonra (1473) Akkoyunlular`ın Türkmen boyları buradaki Karahöyük yöresine göç etmiştir. Bunlardan bazıları da Erzin`in batısındaki "Şeyhin Ocağı" denilen yere yerleşmişlerdir. Daha önceki yıllarda, Selçuklu ve Memlûklu zamanında Türk boylarından Özerler`in, Tebüklüler`in (Tıbıklar), Pındıklar’ın buraya yerleştiği de sanılmaktadır.
    
Hatay’ın Gaziantep sınırında bulunan HASSA İlçesi 1864–1865 yıllarında Amanos dağlarında yaşamakta olan “ULAŞLI” boyunun isyanı üzerine bölgeye gönderilen Osmanlı Fırka-i İslâhiye birlikleri komutanı olan İbrahim Derviş Paşa’nın isyanı bastırarak bölgede konaklaması ile kurulmuştur. Ordu köyü namı ile bir karye olarak teşkil olunan Hassa’ya civar nahiyeler olan Hacılar, Tiyek ve Akbez’ den birkaç yüz hane getirilerek yerleştirilir ve Maraş Mutasarrıflığına bağlanır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransızlarca işgal edilen ilçe 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile 5 Ocak 1922 tarihinde Fransız birliklerince boşaltılır.
    
Bu karışık dönemde Türk çeteleri Hassa’ya girerek, Kasım 1921’de hükümet binasına Osmanlı Sancağı çekmişler, sınırı ve kurtuluşu fiili hale getirmişlerdir. Halk arasında bu tarih 15 Kasım olarak bilinmekte ve bu tarih kurtuluş bayramı olarak kutlanmaktadır. Hassa ilçesi Hatay’ın Türkiye’ye katılışına kadar Gaziantep ili İslâhiye ilçesine bağlı bir bucak iken, Hatay’ın ilhakı ile (1939) ona bağlı ilçe konumuna erişmiştir.
İSKENDERUN: Alexandreia, Hellen diline göre, Alexandros (İskender) Yurdu anlamındadır. Aynı adı taşıyan diğer kentlerden ayrılması için, Kilikya’daki bu kente, Roma döneminde, Alexandreia Minor (Küçük Alexandreia), Haçlılar döneminde de Alexandretta denmiştir. Alexandreia, İ.Ö. 333’te bu yöreden geçen İskender’in isteği üzerine veya Onun ölümünden (İ.Ö.323) sonra İmparatorluğu bölüşme kavgasına giren komutanlardan biri olan Antigonos’un kurduğu, bir diğer olasılığa göre de Antigonos’dan sonra bu yöreleri ele geçiren I.Seleukos tarafından kurulmuştur.
    
Karaağaç mevkiindeki Telli Köy adını taşıyan höyükte Mc. Evan`ın bulduğu bazı çanak çömlek parçaları buranın antik çağ öncesi yerleşime açıldığını göstermektedir. MÖ. 2000’li yıllarda burada Hititler’e bağlı Kadu Beyliği`nin kurulduğu bilinmektedir. ( Kadu, Hitit`çe de körfez anlamına gelmektedir.) MÖ. 1200`lü yıllardan önce Fenikeli`ler burada "Myriaydus" adıyla bir koloni kurdular. Burası M.0. 1200`den sonra merkezi Reyhanlı olan geç devir Hattini krallığına bağlandı. MÖ. 7. yüzyılda Türk asıllı bir millet olan Hurriler`in eline geçen İskenderun ve çevresi MÖ. 6. yüzyılda Perslerin eline geçmiştir. İskenderun gerçek anlamıyla MÖ. 333 yılında, Asya seferine çıkmış olan Büyük İskender tarafından kurulmuştur. O zamanlar asıl adı "Alexandreia" idi.
   
Kent Roma egemenliğine girdikten sonra, İranlıların istilasına uğramış, kalesi tahrip edilmiştir. Yeniden inşa edilen kentin adı Peutinger tabularında, bu bölgede cüzzam hastalığı yayılmış olduğu söylentileriyle Alexandreia Scabiasa olarak gösterilmektedir. IV. yüzyıldan itibaren “Küçük İskenderiye” de denilmiştir. Büyük olasılıkla kalesi Abbasi halifesi tarafından yeniden yaptırılmıştır. İslam kaynaklarında İskenderiye, İskenderun’a olarak da geçen kent, Doğu Roma-İslam arasında birçok kere el değiştirmiş, daha sonra Türklerin eline geçmiştir.
    
Hatay iline bağlı bir ilçe olan KIRIKHAN, çevresinde tarihi kalıntılara rastlanmaktadır. Yol güzergâhı üzerinde olduğundan burada bir takım hanlar yapılmışsa da bunların çoğu günümüze gelememiştir. Bu yüzden de ilçeye Kırıkhan ismi verilmiş ve bu sözcük söylene söylene Kırıkhan’a dönüşmüştür.
    
Kırıkhan Ovası`nda Prehistorik Çağa ait höyükler, 4 km. uzaklığındaki Alaybeyli Köyü`nde Darbısak Kalesi-Bayezid-i Bestami Türbesi bulunmaktadır. Bu yer günümüzde ziyaretgâh konumundadır. Ayrıca Kırıkhan-Hassa yolunun batısında, Amanos Dağları eteğinde, Ceylanlı Köyü`nde (Kırıkhan`a 8 km. uzaklıkta) Roma dönemine ait mozaiklerle karşılaşılmıştır. Köyün girişindeki kayalıklarda Roma dönemine ait kabartmalar ve kaya mezarları bulunmaktadır. Ceylanlı Köyü`nün yakınında XIII.- XV. yüzyıla ait Oğuz aşiretlerinin yerleşim yeri kalıntıları ile de karşılaşılmaktadır.
   
Akdeniz Bölgesi’nde Hatay iline bağlı bir ilçe olan REYHANLI’nın çok eskiye inen bir tarihi vardır. İlçe sınırları içerisinde Tel Cudeyde höyüğünde MÖ.6100 yıllarına kadar inen buluntularla karşılaşılmıştır. Yine aynı yerdeki Tel Aççana höyüğünde ise yerleşim MÖ.3300`e kadar inmektedir. Yöre Hitit yönetimine girmiş ve ardından burada yaşayanlar Hititler`e karşı bir birlik oluşturmuşlardır. Bu birlik tarihte bulunan en eski siyasi bir birliktir ve birliğin merkezi de yöredeki Kanula`dır. Amik Ovası`ndaki höyüklerden Reyhanlı sınırları içerisinde kalan Tel Aççana, Tel Cudeyde, Tainat ve Çataltepe`de 1930 ve 1948 yıllarında kazılar yapılmış, tarih öncesi çağlara ve Hititlere ait kalıntı ve buluntular ortaya çıkarılmıştır.  Günümüzde ise Tel Kurdu Höyüğü´nde kazılar devam etmektedir.
    
Reyhanlı İlçesi XVI. yüzyıl başlarına kadar Inta ismini taşıyordu. Osmanlıların yöreyi ele geçirmesinden sonra kentin ismi Reyhanlı olarak değiştirilmiştir. XIX. yüzyıl ortalarında Kıbrıs ve Kafkasya`dan gelen göçmenler buraya yerleştirilmiş ancak, bunların birbirleri ile çatışmaları üzerine Derviş Paşa buraya arabulucu olarak gönderilmiştir. Reyhanlı 1919`da Fransızların elinde bucak merkezi olarak yönetilmiş, 1939`da Türkiye`ye katıldıktan sonra İlçe konumuna gelmiştir. Ali Cevat, Reyhanlı’yı "Halep Vilayeti Merkez sancağının Harim kazasına bağlı bir nahiye olarak" tanımlamaktadır.
    
Akdeniz Bölgesi’nde Hatay iline bağlı bir ilçe olan SAMANDAĞI’da tarih öncesi yerleşmelerle ilgili araştırmalar yapan Prof. Muzaffer Şenyürek ve Prof. Enver Bostancı, Musa Dağı’nın eteklerinde, Samandağ’ın 4,5 km. kuzeybatısında Mağaracık beldesi yakınlarında mağaralarda yaptığı araştırmalarda eski çağlarda burada yerleşimin olduğunu ortaya koymuşlardır. Burada bulunan kemikten yapılmış aletler, fosil hayvan kemikleri MÖ.40.000–10.000 tarihleri arasında yerleşime işaret etmektedirler. Ayrıca Çevlik Mağarası’nda, İncili Mağarada ilk yerleşimi belgeleyen buluntularla karşılaşılmıştır. Hititler ve MS.1200’de başlayan Dor göçleri sırasında da Samandağ yöresindeki yerleşim devam etmiştir. Koloni Çağı denilen bu dönemde Antakya’nın en eski limanı Al-Mina, Asi Nehri’nin ağzında burada bulunuyordu. Bu limandan nehir yoluyla gemiler Antakya’ya kadar ulaşabiliyordu. Zamanla nehrin getirdiği alüvyonlarla dolmasından ötürü bu liman önemini yitirmiştir.
   
Samandağ çevresinde yapılan araştırmalar, MÖ.800–400 yılları arasında yaşayan insanlara ait bazı kalıntıların günümüze ulaştıklarını kanıtlamıştır. Buradaki yapılar birbirlerine çok benzemektedirler. Taş temeller üzerine oturan duvarlar tuğladandır. Ancak bu yapıların ticari amaçlı olduğu da unutulmamalıdır. Romalılar bu limana büyük önem vermişler, Samandağ’ındaki Titus Tüneli limanın korunması için önem kazanmıştır. Titus Tüneli’nin çevresinde limana sellerin getirdiği kum ve çakılların önlenmesi için Roma döneminde 1300 m.lik kısmı dağın altından geçen 1380 m uzunluğunda 6x7 m. genişliğinde bu kanal inşa edilmiştir.
   
Samandağ’ının kuzeyinde, 5 km. Antakya`ya da 30 km. uzaklıkta olan Çevlik’te Seleukoslar zamanında MÖ.303’te kurulan bir yerleşim bulunmaktadır. Günümüze bazı duvar kalıntıları ve kente ait kalıntılar gelebilmiştir. Çevlik’te Titus tüneli yakınında Bizans dönemine ait olan 12 kaya mezarının bulunduğu 30x15 m. genişliğinde bir avluyu andıran mağara ile karşılaşılmıştır. Kayalarla çevrili olan bu mağara-mezar içerisindeki mezarlar Bizans dönemine aittir. Ayrıca dağın üzerinde Zeus adına yapıldığı söylenen bir mabede ait kalıntılarla karşılaşılmıştır. Burada sütun parçaları, sütun başlıkları ve mermer zemin döşemesi Roma dönemine ait olduğunu göstermektedir.
    
Akdeniz Bölgesi’nde Hatay iline bağlı bir ilçe olan YAYLADAĞI ilçesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Yavuz Sultan Selim Mısır seferi dönüşünde ordusu ile birlikte burada konaklamış ve bu yüzden de buraya "Ordu " ismi verilmiştir. Cumhuriyetin ilânından sonra, 1940 yılında Karadeniz’deki ordu ile ismi karıştığından Yayladağı olarak değiştirilmiştir. Bu ismi de bölgedeki Yayladağı’ndan almıştır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde buradan, Trablus Şam’a bağlı Ordu köyü olarak söz etmektedir.
    
Bölgedeki ilk yerleşim Hititler döneminde olmuştur. Nitekim Keldağı üzerinde 1316 m. yükseklikteki küçük bir teras üzerinde Hititlerden kalma bir mabet olduğu sanılmaktadır. Seleukos I Nicator zamanında burada Zeus adına bir mabet yapılmıştır. Bu mabet ilk defa 1832 yılında fark edilmiş, 1928 yılında küçük çapta bir araştırmadan sonra 1963 yılında W. Djobadze burada kazı yaparak 55.50x60 m. genişliğinde avlunun güneydoğusundaki mabedi ortaya çıkarmıştır. Bu mabet, MS. V. ve VI. yüzyıllarda kullanılmış XIII. yüzyılda da kilise olmuştur.
   
Yayladağı’na Persler, Makedonyalılar, Roma ve Bizanslılar egemen olmuşlar. Hz. Ömer zamanında başlayan Arap akınları sırasında onların eline geçen bölge, 300 yıl kadar Arapların elinde kaldıktan sonra Bizanslılar tarafından geri alınmıştır. O dönemde Abbasiler Türk boy ve aşiretlerini buraya yerleştirerek Savcılar aşireti reisi Kasım Bey`i buraya Bey olarak atamıştır. Nitekim Kasım Bey`in Bizanslılardan alıp, camiye dönüştürdüğü Kasım Bey Camisi günümüze kadar ulaşmıştır. Kasım Bey yaptırdığı bu eserlerin idaresi için, Keşap, Kozluk, Helgin ve Şakşak gibi yerleri vakfetmiştir.
   
Malazgirt Zaferi’nden sonra (1071) Anadolu’yu Türkleştirme çalışmaları içerisinde Selçuklular zamanında Ordu adıyla anılan Yayladağı, Osmanlılar zamanında da Ordu Muradiye adıyla anılmıştır.
 
 
 
Ticaret ve Sanayi
 
M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropolisi durumunda idi. Şehrin başlıca gelir ve zenginlik kaynağı ticaret ve ihracat idi.

XVI. yüzyılda Antakya önemli bir geçit mev­kii durumundaydı. Gayrimüslim nüfusu bu­lunmuyordu. Nitekim köprübaşında giren ve çıkan mallardan Bac ver­gisi alınıyordu ve bu vergi XVI. yüzyıl başlarında 4500 akçe iken daha sonra 12.000 akçeye yükselmişti. Ayrıca şehir­de, alınan vergilere göre, at ve esir paza­rı, mezbaha, boyahane, tabakhane, başhane ve ip­lik pazarı bulunuyordu. Yine ham bez tellâllığı, sadeyağ, pekmez, bal, incir, pi­rinç ve hububat kapanı, kara gümrüğü, ipek dolabından da vergi alınıyordu. Ha­lep´ten şehre gelen Yahudi ve Hristiyanlar dolayısıyla meyhane resmi tah­sil ediliyordu.
    
Antakya´da 1710´da yapılan bir sayım­da şehirde çeşitli işlerle uğraşan 1161 esnaf ve bunun dışında 2332 erkek nü­fus tespit edilmişti. Esnaf grupları ara­sında 293 kişi ile cülâhlar (çulha) başta geliyordu, ayrıca 106 Köşker otuz dokuz yapı ustası, kırk debbağ. Altmış bostancı, altmış sekiz ekmekçi, on yedi çıkrıkçı, otuz üç kasap, on sa­raç, otuz bakkal, on altı terzi, on üç at-tar, yirmi yedi kazancı ve kalaycı, on beş kuyumcu bulunuyordu. Bunlar mahallî ihtiyaçları karşılayacak sayıdaydı. Önem­li bir ihracat maddesi olan mavi boyalı bezleri özellikle Marsilya´da fakir halk tarafından çok aranıyordu. İplik pazarı havlucu esnafının yeri idi. Aba, kilim do­kumacılığı, keçi kılından heybe ve hurç imalâtı yaygındı. Ham ipek önemli bir ihraç maddesiydi. Samandağı yöresinde ipekli, Defne´deki köylerde bez dokuma tezgâhları vardı. Kadınlar hasır dokur. Bunları perşembe günü kurulan hafta pazarında sergilerlerdi.
    
Şehrin çevresinde sanayiye yönelik en önemli tarım ürünü zeytindi. Zeytin iş­leyen tesisler de şehirde bulunuyordu. Özellikle sabun imalâthaneleri çok sayı­daydı. Defne tanesi yağından gar sabu­nu yapılıyordu. Esnaf Cumhuriyet döne­mine kadar loncalar halinde teşkilâtlan­mıştı. Şehri boydan boya kesen cadde ile nehir arasında kalan kısmın orta ye­rindeki çarşı, uzun çarşıdan başlar köp­rüye uzanırdı. Çarşı kuzeye doğru üç pa­ralel cadde ile köprüye ulaşır, en solda­ki uzun çarşının devamı olan cadde üze­rinde kunduracılar, nalburlar, terziler, neccarlar; ikinci paralel cad­dede tenekeciler, manifaturacılar; sol taraftaki handa ise kuyumcu ve tuha­fiyeciler bulunurdu.
    
Aktar ve manifatu­racılar çarşısı hububat satılan meydana ulaşır, diğer taraftan ikinci bir cadde olarak da saraçlar ve köşkerlerle devam ederdi. Sağ tarafta eski el­bise satıcıları, ikinci ve daha geniş cad­dede demirci esnafı, yine sağda bir cad­de üzerinde keçi kılı işleyen esnaf yer alırdı. Köşker esnafının iş yerlerinin bitiminde çıkrıkçı esnafı, onun önünde sa­ğa açılan cadde üzerinde kilim ve aba dokuyan esnaf, paralel üçüncü caddede yoğurtçu, peynirci, bakırcı ve bıçakçılar vardı. Bıçakçıların karşısında Debbağhane Camii ve ardındaki caddede tabak esnafı bulunuyordu. Köprü çarşısı denen yerde bakkal, manav, kasap, kebapçı es­nafı karışık olarak yerleşmişti.
  
Âsi kıyı­sındaki cadde üzerinde oteller ve kah­vehaneler sıralanmıştı. Hükümet Konağı´na doğru uzanan cadde ise şehrin en gözde semti idi. Ayrıca XIX. yüzyılın son­larında şehirde bir iplik fabrikası kurul­muştu. Yine Süveydiye´de bir liman ve buradan Antakya´ya kadar bir demiryolu yapılmasının ve bunun Anadolu demir­yoluna Halep, Birecik, Urfa ve Mardin´e uzatılmasının düşünüldüğü, ancak uy­gun görülmediği bilinmektedir. 1870´te Antakya-İskenderun şose yolunun yapı­mı, 1872’de de İskenderun bataklıkları­nın kurutulması kararı alınmıştır. Cum­huriyet döneminde Asi’nin mecrası ıs­lah edildiğinde setler sökülmüş, nehrin yatağı temizlenmiş ve değirmenler yı­kılmıştır.
 
 
 
Nüfus
 
İlkçağlarda ve özellikle Roma-Bizans imparatorlukları döneminde Ak­deniz havzasının en büyük şehirlerin­den biri, olimpiyat oyunlarının düzen­lendiği, kalabalık nüfuslu bir şehirdir. M.Ö. 40 tarihlerinde nüfus artışı sebebiyle şehir Tiyatroları genişle­tildi. Sık sık istilaya, salgın hastalıklara ve depreme maruz kalan şehirde aşırı nüfus kayıpları olmuştur. M.S. II. yüzyılda Antakya; Roma ve İskenderiye’den sonra 200.000–300.000 nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropoliti durumunda idi. 528’deki büyük depremde halkın büyük çoğunluğu ölmüştür. Hatta şehrin 700 bin nüfusa ulaştığı, büyük depremle 250 bin, veba salgınıyla 100 bin insanın ölmesi sonucu nüfusun yarıya indiği yazılmaktadır. Dor göçlerinde ve çeşitli imparatorların iskân politikasıyla nüfus artışları görüldüğü gibi Moğol istilası sırasında Moğolların korku­sundan şehre birçok Hristiyan ve Müslüman sığındı, nüfus bu yüzden artış gös­termiştir de.
 
 

Antakya, Memlûk ida­rî taksimatında Suriye niyabetini oluştu­ran vilâyetlerden Halep nâibliğine bağ­lıydı. Osmanlıların bölgeyi fetihleri sıra­sında ise bu durumunu koruyordu. Ya­vuz Sultan Selim´in Mısır Seferi sırasın­da Osmanlı hâkimiyetine geçen Antak­ya Halep eyaletinin sancakların­dan birini teşkil etti ve bu sancağın mer­kezi oldu. XVI. yüzyılda Antakya şehrinin Halep vilâyetiyle birlikte defalarca sa­yımı yapıldı. Bu tahrirlere göre şehrin nüfusunda 1527´den 1589´a kadar bü­yük bir değişme olmadı. 1527’de şehir 1006 hane. 131 mücerred (bekâr) 1537´de 1196 hane, 265 mücerred: 1552´de 1087 hane, 395 mücerred; 1570´te 1074 hane. 387 mücerred; 1589´da ise 1064 hane. 511 mücerret nüfusa sahipti. Bu rakamlara göre evli (hane) nüfus nispetinde 1537 yılı hariç büyük bir artış ol­madığı, mücerred nüfusta az bir artış meydana geldiği anlaşılmaktadır.
    
Ma­halle sayısı ise yirmi iki yirmi dört ara­sında değişmekteydi. Bunlardan Debbûs (Dörtayak). Haraca Bekir ve Hallâbünnemle (Basaliye) mahalleleri Osmanlı fet­hinden sonra kurulmuştu. Bugün birço­ğu unutulan, bir kısmının da adı deği­şen mahalleler arasında Dörtayak, Habîbünneccâr, Kastal, Şirince Pınar, Meydan, Mahsen, Câmi-i Kebîr adları hâlâ bilinenleri teşkil eder. Diğer mahalleleri ise Cülâhân, İmranoğlu, Keşkekoğlu ve­ya Habîbünneccâr  Şönbikoğlu. Saha, Pa­şa. Mukbil, Sofular Şeyh Hamza Süveyka-yı İbn Hümmara, Şeyh Kasım, Kanavâtî. Sarı Mahmut, İbn Seb´ Zeytinoğlu adlarını taşımaktaydı. XVI. yüzyıl boyunca bunların en kalabalıkla­rı Habîbünneccâr Cülâhân, Dörtayak, Kanavât ve 1552´den sonra adına rastlanmayan Haraççı Bekir ma­halleleriydi. Bütün bu mahalleler sur içinde yer alıyor. XIX. yüzyıl ortalarına kadar sur dışında pek mahalle bulunmuyordu. 1838´de Antakya´yı gezen M. Georges Robinson, sadece köprünün di­ğer yakasında adı dahi olmayan bir mahalleden bahseder. Burası vaktiyle Selâ­met mahallesi denen bugünkü Cumhu­riyet mahallesidir.
    
XVI. yüzyılda gayrimüslim nüfusu bu­lunmayan Antakya önemli bir geçit mev­kii durumundaydı. Nitekim köprübaşında giren ve çıkan mallardan Bac ver­gisi alınıyordu ve bu vergi XVI. yüzyıl başlarında 4500 akçe iken daha sonra 12.000 akçeye yükselmişti. Ayrıca şehir­de, alınan vergilere göre, at ve esir paza­rı, mezbaha, boyahane, tabakhane, başhane ve ip­lik pazarı bulunuyordu. Yine ham bez tellâllığı, sadeyağ, pekmez, bal, incir, pi­rinç ve hububat kapanı, kara gümrüğü, ipek dolabından da vergi alınıyordu. Ha­lep´ten şehre gelen Yahudi ve Hristiyanlar dolayısıyla meyhane resmi tah­sil ediliyordu.
   
Şehrin nüfusu hakkında bilgi verme­yen Evliya Celebi burayı sekiz saraylı, mâmur haneleri Asi nehri tarafında yer alan, müstahkem surlara sahip sulak bir yer olarak tarif eder. Kâtib Celebi ise Antakya içinde yedi çarşının bulunduğu­nu, bunların üçünün üstü kapalı olduğu­nu, şehrin ortasındaki kilisenin kapısı üzerinde iki çalar saat yer aldığını ya­zar. Fransız seyyah Tavernier şehri gör­meye değer bulmamış. Asi’nin ulaşıma elverişli olmaktan çıkmasıyla sönük bir yer haline geldiğini belirtmiştir. 1838´de Robinson Antakya´nın nüfusunu 6000 olarak gösterir. 1867´de Cevdet Paşa Antakya´da 8775 Müslüman, 1129 gay­rimüslim nüfusun bulunduğunu yazar.
 
  
Yüzyılın İlk Yarısında Kentte Eğitim Öğretim 
    
Osmanlı Devleti’ tedrisat yani öğretim, ilmiye sınıfına mensup olan müderrisler tarafından yürütülmekteydi. Öğretim ise, İslam inancının temelini açıklayan “akâid” ve amelî konuları açıklayan “fıkıh” bilimlerinin öğretilmesi yanında, aklî ve naklî din kurallarının tümünün öğretilmesinden ibaret olup, bu görevi yapanlara müderris deniliyordu.
   
Medreseler, vazifeleri bakımından on iki dereceye ayrılmış olup, buralarda okuyanlar derece derece yükselirler ve en son olarak da müderris olurlardı. Medreseleri belirli bir aşamadan sonra bitiren öğrenciler, görev alacakları kısma göre “Anadolu ve Rumeli Kadıaskerleri”nin belirli günlerdeki meclislerine devam ederek “matlâb” denilen deftere “mülâzım” kayıt edilerek atama sırasını beklerler ve bu bekleyişe “nöbet” denilirdi. Nöbet sırası gelenler en aşağı derecedeki medreselerden bir tanesine müderris olarak atanırlardı.
    
İncelediğimiz dönemde Antakya’da görev yapan müderrislerin görev süreleri kesin bir kurala bağlı gözükmemektedir. Müderrislikte derece derece yükselen kişilerin görev süreleri bazen hayatlarının sonuna kadar devam ediyordu. Boşalan müderrisliklere, vefat eden kişilerin müderrislik yapmağa hak kazanmış oğlu veya oğulları getirilmekte olup bu kesin bir kural değildi. Bu dönemde müderrislerin bazıları ise “nıfs hisse” ile bu görevi yürütmekte idiler. Müderrislerin aldıkları ücretler de görev süreleri gibi belirli bir şarta bağlı değildi. Müderrislerin ücretleri konusunda çoğunda “vazife-i mu’ayene” kaydı varken bir kısmının aldığı ücret ise açık olarak zikrediliyordu. Ücretlerde medrese vakfının tayin ettiği miktarların değişik olması, bu konuda belirli bir kaidenin olmadığını göstermektedir. Antakya şer’iyye sicillerinde karşılaştığımız isimler şunlardır. Hacı Hasan Efendi, Hacı Hasan Efendi b. Matuf, İbrahim Efendi b. Yusuf Efendi, Ahmed Efendi b. Hacı İbrahim Beğ ve El-hac Hasan müderris olarak, Hacı Osman ise hoca olarak ifade edilmektedir. 1710 yılına ait bir belgede Molla Abdullah b. Hacı Halil müellif olarak zikredilmektedir.
    
Antakya’da bulunan Es-seyyid El-hac Abdullah Ağa Camii ve Medresesi’nde, 1216 (1801) yılında şeyhülislamın onayı ile Hafız Es-seyyid Ahmed Efendi ders-i amm olarak görevlendirilmiştir. Kendisi fetva emini olarak zikredilmektedir. Belirtilen tarihte müderris olarak Kansa-zade müderris Es-Seyyid İsmail Efendi ve Es-Seyyid Mehmed Sadık Efendi’nin isimleride zikredilmektedir. 1849 yılında Şeyhülislam İsmet Beyzade Es-Seyyid Arif Hikmet Bey, fetva emini Şerif Yahya Efendi’nin Servili medresede müderris olmaya layık olduğunu belirterek teklifte bulunmuştur.
    
18. yüzyılın ilk yarısında Antakya Kazası’nda 30 medrese, 15 kilise ve havra, 1 rüştiye mektebi, 17 Müslüman iptidai mektebi, 3 Rum mektebi, 1 Ermeni mektebi, 2 Protestan mektebi ve 1 Musevi mektebi bulunmaktadır.
 
 
Tarım
 
Hatay Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Yöredeki tarihi yaşam bulguları M.Ö. 100.000’lere kadar uzanır. Elde edilen buluntular; bölgenin orta paleolitik, neolotik, kalkolit dönemlerde ve tunç çağında yaygın bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını göstermektedir. Amik Ovasında; Çatalhöyük, Tel Tainat, Tel Cüdeyde ve Tel Atçana’da ilk tunç çağı yerleşmeleri tespit edilmiş ve mimari kalıntılara rastlanmıştır. Kalıntılar; bu yerleşmelerde beylikler biçiminde yaşandığının ipuçlarını vermektedir.
    
Hatay’da ilk yerleşimlerin Amik Ovası’nda Amik Gölü civarında olması da gösteriyor ki bu bölgenin geçim kaynaklarından birisi de tarımdı. Tarımcı Mısırlılar başta olmak üzere, Hititlerden Romalılara, feodal dönem Avrupalılarından ekonomisi ağırlıklı olarak Tımar sistemine dayanan Osmanlı İmparatorluğu’na kadar pek çok kavimin yönetimi altına giren Hatay’da tarımcılığın önemli bir ekonomik etkinlik olduğunu söylemek mümkündür. Geniş Amik Ovası ve Gölü bu imkânı sağlamakta önemli bir işlev görürdü. Höyüklerden çıkarılan kalıntılara bakıldığında tarıma işaret eden bulgular bu düşünceyi destekler niteliktedir. İlk zamanlarda üretimi en çok yapılan tarım ürünleri buğday ve pirinç tarımıydı. Günümüze kadar üretimi halen devam eden bu tahıllardan başka zeytin, meyvecilik, sebzecilik ve hususen pamuk üretimi ekonomik alanda kendilerine ayrılan alanı doldurmaktadır.
 

 
https://www.tccb.gov.tr/
https://www.icisleri.gov.tr/
https://www.turkiye.gov.tr/
https://www.cimer.gov.tr/
 

Bizi Takip Edin

T.C. Hatay Valiliği - Büyükdalyan Mah. Atatürk 22.Cad. No:95 Hükümet Konağı 31000 Antakya/HATAY
Telefon:+90 326 214 62 13-14-15 Fax:+90 326 214 61 69
 
Sizlere daha iyi hizmet verebilmek için sitemizde çerezlere yer veriyoruz 🍪 Çerez politikamız hakkında bilgi edinmek için tıklayınız